Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    Batı’nın İnsan Hakları Paradigması ve Kutsal Değerlere Saldırılar: Bir Çöküş Değilse Ne?

     

    Batı dünyası, soğuk savaşın ardından değerlerini ve kurumlarını temel referans alan bir küresel düzen oluşturarak zaferini taçlandırmanın arayışı içinde olmuştur. 20. Yüzyılın son on yılı bu açıdan iştah kabartıcı gelişmelere sahne olurken; 21. Yüzyılın başlangıcı ise, tam tersi bir karamsarlık havasının esmesine şahitlik etmeye başlamıştır. Bu havanın oluşmasını sağlayan, daha çok batılı iktidar seçkinleri ve aydınlarının hassasiyetlerini yansıtan yeni konjonktür okumaları, diğer bir deyişle “tarihin sonu” kutlamalarına erken son veren gelişmelerin tetiklediği endişelerdir. Batı merkezci prizmanın liberal uluslararası düzeninin inşa sürecinde yol açtığı sorunları, milliyetçilik ve popülizmin canlanma belirtilerinin izlemesi, geleceğe dair stratejik endişeleri arttırmıştır.

     

    Aslında bu durum biraz da neoliberal küresel düzeni yaratma inancının, dünyayı bütün toplumsal ve kültürel gerçeklikleri ile kavrama kabiliyetini köreltmesiyle ilgilidir. Böyle bir ortamda milliyetçilik ve popülizmin Batı ülkelerinde dahi yaygınlaşmaya başlaması sarsıcı bir etki yaratmıştır. Halbuki bu gelişmeler sebep olmaktan çok sonuçtur. Buna rağmen her ülkede ve bölgede gelişen farklı tepkisellikler ve tavırlar, yine aynı prizmanın etkisiyle entelektüel linç girişiminin konusu olabilmektedir.

     

    Bu yaklaşım biçimi, Batı uygarlığının üstünlüğü anlayışı ile iç içe geçmiş olan neoliberal bakış açısının dogmatik yüzünü oluşturur. İronik gibi görünse de durum böyledir. Olumsuzlukların nedenlerini sürekli olarak milliyetçilik ve popülizm gibi ideolojilerde arama kolaycılığı, bu boyutuna örnek gösterilebilir. Demokratikleşme dalgasının tersine dönmesine yol açan dinamiklerin yorumlanmasında da benzeri bir yaklaşım egemendir. Oysa neoliberal küreselleşme sürecinin tıkanmasında, bu sürece yön veren güçlerin zaafları ile ilkelerin sınırlılıklarının payı büyüktür. Başka bir deyişle, sürecin kendi altını oyan bir nitelik kazanmasının mimarı, yine Batı’nın kendisidir.

     

    Küresel adalet ve dayanışma yerine neoliberal ilkeler yeni dünya düzeninin kurucu ideolojisi olarak belirlendiği için, devletler arası ilişkilerin meşruluk zemini de buna göre şekillendirilmek istenmiştir. Ancak Batı’nın müesses nizamlarının belirleyicilik tekelini elinde tuttuğu bu düzenin sürdürülebilir olmadığı kısa bir zaman dilimi içinde anlaşılacaktır. Yeni küresel düzen inşasının hem taşıyıcı gücünü hem de ideolojisini oluşturan neoliberal küreselleşme sürecinin yarattığı hoşnutsuzlukların büyümesi ve Batı dışı yeni rakip ekonomilerin görünürlük kazanması, sürdürülebilirlik sorununu doğuran ana dinamikler olmuştur. Salgın hastalıklar, iklim ve mülteci krizleri gibi büyük sorunlarla baş edecek bir iş birliği biçimi ve üslubu geliştirilemeyişi de 1990’lı yıllara egemen olan küresel psikolojinin dağılmasını hızlandıran diğer faktörlerdir.

     

    Küresel salgın karşısında sınırların kapatılması ve soruna küresel çözüm modeli geliştirmek yerine Batı içi çözüm arayışı, ekonomik krizler karşısında geliştirilen refleksleri hatırlatmaktadır. Küreselleşme süreci başta olmak üzere tüm insanlığı doğrudan etkilemeye başlayan sorunları yönetmekte başarısız olan Batı, daha önce meşrulaştırdığı “açık sınırlar” stratejisini “kapalı sınırlar” siyasetine dönüştürmenin dozunu ve yöntemlerini tartışmaktadır. Jeoekonomik ve jeopolitik rekabetlerin İkinci dünya savaşı sonrasında geliştirilen uluslararası finans sisteminin yıkılmasına yol açabilecek ölçüde derinleşmesinin tek taraflı bir sorun olmadığı bellidir. Küresel normları belirleme ve uygulama iktidarını elde etme mücadeleleri, ekonomik çıkarları önceleme stratejileri yüzyıllardır belirleyiciliğini korumaktadır.

     

    Benzer şekilde, değerlerini evrenselleştirmek amacıyla “insan hakları ve demokrasi ihracı”nı devlet/uygarlık politikası haline dönüştüren Batı, insani sorunlar karşısında ise aynı duyarlılığı sergilemekten bir hayli uzaktır. Mülteci akınlarının, vekalet savaşları ve iklim krizinin etkisiyle devasa bir boyut kazanarak karmaşık bir küresel soruna dönüştüğü görülmektedir. Bu durumun temel nedenlerinden biri, Batı dışı toplumların sorun çözme kapasitelerinin sınırlılığı, istikrarlı ve/veya demokratik yönetimler geliştirememeleri ise, diğer bir nedeni küreselleşmenin getirdiği acımasız ekonomik rekabetler ile iklim krizlerinin derinleştirdiği su ve gıda yetersizliğidir.

     

    Bu çerçevede hem sorunların oluşmasında hem de aşılamamasında, sanayileşmiş ülkelerin, özellikle Batı demokrasilerinin payı büyüktür. Oysa küresel istikrarın tesisi ve demokrasilerin gelişip kurumlaşması için, sorunları ağırlaştırmak yerine sorumluluklara odaklanmak gerekir. Zira insan hakları ve demokrasinin bütün dünyada yeşerebilmesi öncelikle küresel bir insani iklimin varlığına bağlıdır.

     

    Batı’nın insan hakları anlayışı ve politikalarının çaresizliği, insani krizler karşısındaki zaafları ile sınırlı değildir. Siyasi ve ekonomik alanı neoliberal- küreselleşme paradigması bağlamında düzenleme ve denetleme konusundaki ısrarın, kültürel alanı düzenlemek için de sergilendiği gözlenmektedir. Böylelikle neoliberal ilkeler ve hedefler uygar dünyanın safında yer almanın ön şartlarına dönüştürülmüş olmaktadır.  Bu kriterlerin adının 19. yüzyılda “uygarlık standartları”, 20. yüzyılın sonlarında “Kopenhag kriterleri” veya “liberal değerler” olması, konunun esasına ilişkin bir farklılık değildir. Çünkü esas kriter, Batı’nın eriştiği düzeyi, yani seküler ve liberal kültürü özümsemek ile ilgilidir. İnsan hakları paradigmasını çerçeveleyen ana ilkeler ve hedefler bunlar olmakla birlikte; Batı’nın ekonomik çıkarları, bu değerler sistematiğinin uygulanabilirliğinin sınırlarını belirlemeye devam etmektedir. 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren insan haklarını dış politikanın bir aracı olarak daha doğrudan kullanmaya başlayan Amerika’ya Avrupa’nın da eşlik etmesiyle yöntemler gelişmiş ama ana ilke değişmemiştir.

     

    Son yıllarda ise marjinal cinsellik ve ahlak anlayışlarının yaygınlaşıp yasalaşması için gösterilen çabaların ardından, farklı kültür ve medeniyetlerin temel değerlerine yönelik saldırgan bir eylem türü ön plana çıkmış bulunmaktadır. Özellikle İslam düşmanlığının, Müslüman kimlikli insanlara, kutsal kitap ve mekanlara yönelik fiili saldırıların yaygınlaşması, sorunun dramatik bir boyut kazandığını göstermektedir. Bu tür nefret içerikli söylem ve eylemlerin AB bünyesinde ve ifade özgürlüğü retoriğiyle geçiştirilmeye çalışılıyor olması da sorunun niteliğini ağırlaştırmaktadır. Sonuç olarak, bu tablo, insan haklarını araçsallaştırmanın yeni bir örneği olarak özgürlük kavramının spekülatif kullanımına dikkat çekmekte, “gayri insani bir insan hakları yaklaşımı”nı resmetmektedir.

     

    Gelişmeler, Batı’nın demokrasi ve insan hakları stratejilerinin aslına rücu etmesi şeklindeki bir yorumu mümkün kılsa bile, geriye gidişin farklı boyutları üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü küreselleşme sürecinin artıları ve eksilerinin gerek konjonktürel olarak gerekse ülkeler açısından önemli değişiklikler gösterme eğiliminin ortaya çıkması, kimi liberal çevrelerde endişeleri arttırsa bile durumun izahı bakımından yeterli değildir. Galiba esas neden, Batı’nın yüzyıllar boyunca gelişip kök salmış üstün uygarlık algısından beslenen kolektif bilinç altının, tahammül ve hoşgörü sınırlarını daraltıcı bir işleve sahip olmasıdır. Bu bilinç altı, kimi toplumsal gruplarda açık, yönetici seçkinlerde ise genellikle örtülü bir şekilde tezahür etmesine rağmen gücünü korumaktadır. Eylemlerin çirkinliği ve yaygınlığı gibi meşrulaştırma biçimleri de böyle bir gücün boyutlarını ortaya koymaktadır.

     

    Mülteci akınlarından rahatsızlığın, farklı inançlara tahammülsüzlüğün toplumlarda karşılık bulması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü kitlelerin ilgileri, bu sorunların nedenlerinden çok yaşadıkları ve gözlemledikleriyle sınırlıdır. Ancak yabancı düşmanlığının vahşi eylemlere evrilmesi ve kutsal değerlere saldırı, bir insanlık suçudur ve bunun için de siyaset kurumu ile entelektüellerin ortak duyarlılığını gerektirir. Dünyaya insan hakları ve demokrasi ihracatının hem devlet kurumları hem de sivil toplum örgütlerince temel bir misyon olarak görüldüğü ülkelerde böylesine dramatik manzaraların yaşanıyor olması, en hafifinden düşündürücü ve ürkütücüdür.

     

     

     

    Bu gerçeklik karşısında şu soruların sorulması önem kazanmış bulunmaktadır:

     

    -        Müslümanlara ve kutsal değerlerine yönelik eylemlerin nefret suçları kapsamında değerlendirilmeyeceğine dair “de facto bir istisna kuralı” mı vardır?

     

    -        Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına rağmen eylemlerin önlenmesine yönelik kayda değer bir girişimin olmaması ayrımcılığın yeni bir versiyonu değil midir?

     

    -        İnsan hakları söyleminin hiçbir şekilde haklı gösteremeyeceği eylemler, Batıdaki farklı kültür ve inanç mensuplarına yönelik bir sürgün stratejisinin parçası mıdır?

     

    -        Diğer taraftan insan hakları ve demokratikleşme kriterlerinin Batının liberal ahlak sistemine endeksli olarak geliştirilip evrenselleştirilmek istenmesi ve bunun devletler arası ilişkilerde fiili normlar haline dönüştürülmesi, bir tür küresel vesayet sistemi inşa girişimi değil midir?

     

    -        İnsan hakları politikalarının insanlığı ayrıştırıp çatıştırmak gibi bir amacı var mıdır?

     

    Batılı devletler ve seçkinler, istikrarlı küresel iş birliği ve güvenlik mimarisinin oluşabilmesi için bu konulardaki temel tercihlerini dürüst ve açık bir şekilde yapmak zorundadır.

     

    İnsanlık dışı eylemlerin, Batı medyasında Türkiye’deki seçim mücadelesine müdahil olma niyeti taşıyan iktidar karşıtı haber-yorumların artarak devam ettiği süreç ile örtüşmesi ise, ayrı bir sorun kaynağıdır ve üzerinde durulmayı gerektirir. Çünkü bu gidişat, Batı’daki iktidar odaklarının siyaset kurumu aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni dizayn etme stratejisinin tezahürleri olarak okunabilecek bir nitelik arz etmektedir. Nihai amaç ne olursa olsun, bu tür demokrasi ve insanlık dışı gelişmeler karşısında milli ve ahlaki bir tavır geliştirmek, Türkiye’deki muhalefetin de bir sorumluluğudur. Bunun için, siyasi sistemin yapısına ve işleyişine dair çekincelerin varlığının, ortak değerleri ve demokrasi ahlakını savunma kararlığının önüne geçmesine izin verilmemelidir.

     

     

     

    İlk Yayımlanış: 1 Şubat 2023(academia.edu)


     

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik