Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. yılı vesilesiyle kaleme aldığım bir makalede “Kemalizm-Cumhuriyet-Demokrasi Denklemi” şeklinde formüle ettiğim problematik, Türk demokrasisinin, hatta bütünüyle milli hayatımızın en büyük açmazını oluşturmaya devam etmektedir.1 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte tekrar ön plana çıkan bu meselenin, öncelikle 'taraf'larınca daha sonra 'taraftar'larınca algılanma biçimi de, çözümün önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Dolayısıyla, militan tarafların tapulu arazileri olarak gördükleri “Cumhur” ya da “Cumhuriyet”e dair ezberlerinde esaslı değişiklikler olmadığı sürece, açmazın ortadan kalkması da imkânsızdır. Sık sık nüksederek toplumsal dayanışma ile birlikte devlet hayatını da esir alan açmaz, Türkiye’nin dış dünya, özellikle Batı karşısındaki yumuşak karnını oluşturmaktadır. Meselenin boyutlarının yeterince kavranamaması sebebiyle olsa gerek, hem entelektüel hem de siyasi elitlerin yabancı müttefikler ve/veya müdahaleler aramasına kadar varabilen bir süreç yaşanabilmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündemin en başına taşıdığı bu konunun, “Cumhuriyeti cumhur korur” gibi, görünürde demokratik ama gerçekte antidemokratik olan retoriklerle halledebilecek bir tek taraflılığa ve basitliğe indirgenemeyeceği açıktır. Makale, meseleye bu bakış açısıyla yaklaşmakta ve denklemin 2007 yılındaki yansımalarını mercek altına almaktadır. Cumhur-Cumhuriyet Kutuplaşmasının Tarihsel Arka Planına Dair Bir Derkenar 1940'lı yılların ikinci yarısında somutlaşan ve sonrasında istikrarlı olmasa bile kendi kulvarında ilerleyen demokratikleşme sürecini doğrudan etkileyen tartışma ve gelişmelerde, “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” bayraklarının ayrı ayrı saflarda dalgalandığı görülmektedir. Belki 1970’li yılların ikinci yarısına damgasını vuran “sağ-sol kutuplaşması”nı bu iddiaya aykırı bir olgu olarak göstermek mümkündür. Böyle bir hatırlatmaya bazı çekinceler koymadan katılmak mümkün olmasa bile, bunu Cumhuriyet-Kemalizm-Demokrasi Denklemi’nin en önemli istisnası olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Yine de, “Soğuk Savaş” dönemine özgü küresel hakimiyet stratejilerinin Türkiye’de “sıcak mücadeleye” dönüştürüldüğü bir ortamda dahi denklemin derinlerdeki izlerini teşhis etmemek imkânsızdır. Denklemin belirleyiciliğinin 1980’lerin başında dikkatimize sunduğu Türkiye tablosunun genel özelliği şöyledir: “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” şiarıyla hareket ettiğini ileri süren askeri vesayet rejiminin de etkisiyle, Türkiye’nin Batı’ya plansız, denetimsiz ve de hızlı biçimde açılmasıyla çok boyutlu bağımlılık süreci derinleşmeye başlamıştır. 2000’lerin ilk yıllarında AKP iktidarı ile katmerleşecek olan “Alaturka Batıcılığın” yahut “Tanzimatçı muhafazakârlığın” temelleri aslında bu dönemde atılmıştır. Yine 1980 sonrasında giderek belirginleşen “Cumhuriyetçiler” arasındaki Türkçü-Batıcı ayrışması da aynı dönemle örtüşmektedir. “Özalcılık şemsiyesi” altında toplanan ve ortak ilkeleri neoliberal dogmalar olan yeni Batıcı elitin, 2000’li yılların başına gelindiğinde daha güçlü temsil imkânlarına kavuştukları gözlenmektedir. Ortak söylemleri arasında yine “sivilleşme”, “özelleştirme” ve “değişim” başı çekmektedir. Özal dönemi, Batı’ya demirleme ve neoliberal küreselleşmeye eklemlenme bakımından büyük dalgayı ifade etmektedir. 2000’li yılların başları, yani Tayip Erdoğan ve AKP oluşumunun yol açtığı süreç ise, İkinci büyük dalgayı oluşturmaktadır. Erdoğan misyonu, selefinden farklı olarak, kimi eski İslamcıların “ılımlılaş(tırıl)arak” "Batıcı muhafazakârlığa" intisap etmesiyle genişleyen daha büyük bir koalisyonun desteğini almaktadır. Batı'nın egemenlerini cezbeden bu yeni derin müttefiklik ilişkisi tahlil edildiğinde, şu iki unsurun "Büyük Koalisyon"un çimentosu işlevini gördüğü ortaya çıkmaktadır: Birincisi ve en önemlisi , “ortak düşman” statüsündeki “Kemalizm” ile, o’nun tezahürü olarak “Klasik Cumhuriyet” anlayışı ve kurumlarıdır. İkincisi ise , giderek birincisinin panzehiri olarak algılanmaya başlanan ve özünde Batı’nın bağımlılık stratejisini ifade eden AB sürecidir; yani “ortak koruyucu ve kurtarıcı”dır. Makalenin doğrudan konusu olmamakla birlikte, yeri gelmişken bu nokta üzerinde biraz daha durmak zarureti vardır. Temelde “Cumhuriyet-Kemalizm-Demokrasi Denklemi’nin çözümlenememiş olmasının yarattığı milli zaaf hali, ne yazık ki Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almaya devam etmektedir. Görünen gelecekte Türkiye merkezli egemenlik projelerinin ardı arkası kesilmeyeceği aşikâr olan Batı’nın, bu milli zaaf halini kullanacağından şüphe edilmemelidir. Meselenin özellikle bu boyutu, var oluşlarını Cumhuriyet’in tarihi ve ve kaderi ile özdeşleştirenlerin de gündemini oluşturmak durumundadır. İster doğrudan “denklem” üzerinden, ister “Cumhurcu-Cumhuriyetçi” ikiliği/çatışması üzerinden sürdürülsün, tartışma ve gelişmelerin Türkiye’yi güçsüzleştirdiğine şüphe bulunmamaktadır. AB hatta bütünüyle Batı ile ilişkilerin son birkaç yıl içinde yaşadığı gelişme ve sorunlara, neoliberal doğmalara angaje olmayan bir gözle bakıldığında, hiçbir alanda bir arpa boyu yol alınmadığı görülecektir. Tarih bilinci fukarası yahut jeopolitik özürlü bakış açılarının benzer bir tespit yapması ve duyarlılığı göstermesi bir yana; AB'ye bağımlılık sürecinde, gündemin soğumasına yahut teslimiyetçi ev ödevlerine ara verilmesine dahi tahammül edilememektedir.Temel tartışma ve gerilimler, yani denklem, gerçekte bu hat üzerinden şekillenmesine rağmen; popüler mücadele dilinin omurgasını, “dünyaya açık–içe kapanmacı”, “değişimci-statükocu”, “AB yandaşı-karşıtı” gibi sloganların oluşturmaya devam etmesi, sadece temel problematiğin yeterince fark edilmemesine hizmet etmektedir. İşte radikal Batıcılığın bu medyatik pazarlama dili, son yıllarda yenimuhafazakâr destek ile çeşitlenip zenginleşmektedir. Bu teslimiyetçilik terminolojisinin gelişip muhafazakâr elite mâlolması anlamına da gelen önemli katkılar arasında, Tayip Erdoğan/AKP iktidarı dönemiyle birlikte rutin hale gelen “Cumhur(culuk)-Cumhuriyet(çilik) karşıtlığı" ile medeniyetler ve dinler arası diyalogçuluğun altı çizilebilir. Dikkat çekici bir başka husus, zaman zaman denklemin yerine geçen, ama zaten denklemin mütemmim cüzü olan bazı tartışma ve kutuplaşma konularında, Cumhuriyet’e ve/veya milli devlete dair her türlü hassasiyetin sürekli suçlanan ve zaman dışı ilan edilen tarafı temsil ediyor olmasıdır. Bu süreçte, esasında zihinleri kısırlaştıran bir ideolojik maymuncuk işlevi gören değişim söylemine tetikçilik rolü yakıştırılmaktadır. Şöyle ki, “değişim”, içeriğinden, hedefinden ve yönteminden bağımsız olarak peşinen olumlu bir pozisyonu ve projeyi temsil etmektedir. “Değişim(cilik)”, karşısındaki ya da dışındaki herhangi bir duruşu, çağ dışılık gibi "olumsuz" bir kategoriye mahkûm etme imtiyazına sahip kılınmaktadır. Popüler anlatımıyla özünde neoliberal küreselleşmenin değer ve kurumlarına sadakâti ifade etmesi, değişim(ciliğ)in cazibesini azaltmamakta, bilakis medyatik dolaşımını kolaylaştırmaktadır.2 Son çeyrek asra damgasını vuran ve giderek de görünürlük kazan(dırıl)an bir başka nokta, Batılı egemenlerin ülkemizde yeniden tanzim edilen mücadele sürecinde açıkça taraf olmaya başlamalarıdır. Müdahil olma stratejilerindeki bu ilke ve kural tanımazlık, müdahale konularında da kendini göstermektedir. Ekonomik,askeri ve siyasi alanları kapsayan müdahil olma başlıklarına, son yıllarda azınlıklar ve dini konular eklenmiş bulunmaktadır. Hem ABD’li hem de AB’li yetkililerin, artık diplomatik kamuflaja dahi ihtiyaç duymadan; Türkiye’yi Batı’ya demirletmekten, milli devleti var eden temel düzenlemeleri tasfiye etmekten, Atatürk resimlerini kaldırtmaktan, Soykırımı suçlamasını kabul ettirip itiraf ettirmekten sıkça söz etmeleri çok önemlidir. Zira bu durum, teslimiyetçi dilin dış kaynaklarının yanında, paylaşılan ve icra edilen ortak bir projenin varlığına dikkat çeker. AKP’nin, Batı’lı egemenler nezdinde “Ilımlı İslam” stratejisinin konu mankeni olarak genel kabul görmesi ve laiklik eksenli tartışmalara, ABD’nin Ankara Büyükelçisi tarafından “kakofoni” sıfatının yakıştırılması, “yeni Tanzimatçı muhafazakârlık siyaseti”ne verilen desteğin diğer açık göstergeleridir. Sonuç olarak, “Cumhuriyet-Kemalizm-Demokrasi Denklemi”nin 21.yüzyılın başında bu şekilde dallanıp budaklanması, yine küresel hükümranlık projesi bakımından taşıdığı stratejik değer üzerinde çok yönlü düşünülmesi gerektiği açıktır. Denklemin Güncel Yansımalarından Biri Olarak “Cumhuriyet-Cumhur Kutuplaşması" ve İki Yüzlü Siyaset “Cumhuriyeti cumhur korur” sloganını, denklem merkezli kutuplaşmanın AKP diline tercüme edilmiş bir atraksiyonu olarak değerlendirmek mümkündür. Bununla birlikte, Demokrat Parti’li siyasi elitin 1950’lerde kullandığı terminolojiyle birinci derece akrabalık bağının bulunduğunu vurgulamak gerekir. Zira, AKP yönetiminin DP’lilerin düştüğü çelişkilere düşmekten kendilerini kurtaramamaları, siyasi kültürümüzün, dolayısıyla Türk demokrasisinin içinde bulunduğu açmazlarda genetik mirasın önemini ortaya koymaktadır. Tek parti döneminden kalma kimi antidemokratik alışkanlıkların ve kuralların sürdürülmek istenmesi karşısında savunma amaçlı geliştirilmiş olması, demokrasi ve/veya cumhur adına işlenen hataları meşrulaştırmadığı gibi, olumsuz tezahürlerini göz ardı etmeye de yol açmamalıdır. Bugünün AKP’si, tıpkı 1950’lilerin DP’si gibi, seçimlerle somutlaşan siyasi iradenin hem boyutlarını hem de sonuçlarını, -belki de bilinçli olarak- yanlış yorumlamakta ve bu yanlışlığı rejim tartışmalarına taşıyarak “milli irade" meselesini silah olarak kullanmaktadır. 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından siyasi tedavüle sokulan ve özellikle AKP genel başkanı tarafından sık sık telâffuz edilen “sandığa gömmek” sloganı üzerinde de, bu açıdan durmak yararlı olacaktır. Bir önceki dönemin koalisyon ortaklarının Meclis dışında kalmalarına atfen geliştirilen bu “siyasi mezarlık edebiyatı”nın seçim ve temsil olgusunun AKP zihniyetindeki karşılığını göstermesi bakımından önemi büyüktür. Bu yaklaşım, en başta seçimlerin belirli aralıklarla tekrarlanan bir süreç olduğu gerçeğini tamamen göz ardı etmektedir. Daha önemlisi, parlamento dışı muhalefetin yaşama hakkı olsa bile, “konuşma hakkı”nın bulunmadığına dair bir anti demokratik anlayışı yansıtmaktadır. AKP iktidarının milli irade ve muhalefete yaklaşımındaki bir diğer çarpıklık, kendisine yönelen hemen her tür ciddi eleştirinin, “milli irade karşıtlığı” yahut “millete tahammülsüzlük” olarak değerlendirilip mahkûm edilmesidir. Oysa millet/milli irade, AKP’ye verilen oylardan ibaret olmadığı gibi; meclis çoğunluğu da, milletin çoğunluğu değildir. AKP’nin tek başına milleti temsil etme, hatta ifade etme anlayışının, bizatihi kendisi anti demokratik bir yaklaşımdır ve siyasi zihniyetlerinde mündemiç olan totaliter özün varlığına işaret eder. Millet/cumhur adına konuşma hakkını tek başına sahiplenmek, cumhur ile AKP siyasetini sık sık ve açıkça özdeşleştirmek, sadece siyasi ve ahlaki bakımdan sorunlu ve sakat bir anlayışı ifade etmemektedir. Cumhurun /milletin hukukunun “cumhuriyetçiler” karşısında savunulması, buna karşılık dış ekonomik ve siyasi müdahaleler söz konusu olduğunda aynı duyarlılıktan eser kalmaması oldukça manidar bir durumdur. Zaten hiçbir temsili demokraside, bırakın millet ile hükümeti, millet ile meclis arasında dahi organik bir ilişki ve özdeşlik yoktur. Meclis iradesinin ve üstünlüğünün iç siyasi mücadelelerde hatırlanıp yüceltilmesi, cumhurun/milletin hukukunun başta İMF ve AB politikaları olmak üzere uluslar arası dayatmalar karşısında askıya alınması, çift karakterli bir milli irade yaklaşımını ortaya koymaktadır. Çünkü, neoliberal küreselleşmenin ya da AB'nin ortaya koyduğu kural ve politikaların cumhur/milli irade üstü evrensel doğrular olarak kabul görüldüğü konusu, ikna edici cevaplar bekleyen siyasi ve ahlâki bir mesele olarak ortada durmaktadır. Milli irade ve millet konusunda böylesine sorunlu ve ikiyüzlü bir siyasetin, AKP yönetimince şartların gereği, değişim veya küresel gerçekler şeklinde takdim edilmesi, tabii ki ne meseleyi izah etmekte ne de AKP elitinin yeni çizgisinin samimi bir tezâhürü olmaktadır. Meselâ, AKP’nin zaman zaman “derin devlet” meselesini gündeme getirip “derin demokrasi” cephesi açması, aslında iki yüzlü siyasetin kendini ele vermesine hizmet etmektedir. Bilhassa sorunlu ve tartışmalı dış politika alanlarında “derin devlete” atfedilen argümanların arkasına sığınıldığına dair örnekler bulmak mümkündür. ABD’nin Irak işgaliyle ilgili askeri destek talepleri ile AB projesinin dışlayıcı ve onur kırıcı boyutlarına rağmen açıkça savunulduğu durumlarda, “devlette devamlılık” ya da “devlet politikası” mazeretlerine sığınıldığı görülmektedir. Bu çerçevede, ABD’nin Irak işgaline destek vermek amacıyla çıkartılmak istenen Hükümet Tezkeresini savunma argümanlarının büyük ölçüde “devletçi-statükocu” olarak tanımladıkları bakış açısı üzerine oturtulduğu bilinmektedir. Cumhur, Cumhurculuk ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi Görüldüğü üzere, AKP’li siyasin elitin, neredeyse virgülü dahi değişmeden tekrarlanan cumhur/millet söylemi, yeknasak bir cumhur algılaması ve tanımlamasına dayanmakta; bu tanımlama da, iç siyasi mücadeleye bilhassa rejim eksenli tartışmalara yönelik olarak geliştirilen siyasetin ideolojik omurgasını oluşturmaktadır. “Cumhuriyeti cumhur korur", tıpkı “biz sadece cumhurdan/milletten talimat alırız” söylemi gibi, en fazla siyasi bir retorik olarak önem taşımaktadır. Zaten cumhurun cumhuriyeti koruması teknik olarak da mümkün değildir. Şöyle ki; “cumhur”un cumhuriyeti korumaya kalkıştığı bir zeminin adı, ne demokrasidir ne de hukuk devletidir. Yine, "cumhurun talimat verme hakkı" olmadığı gibi, niyeti de yoktur. Cumhur sembolik bir bütündür ve örgütlenip temsilcilerini seçerek eğilimlerini ve beklentilerini ortaya koyar. Bunun için, Cumhuru, düşünen ve konuşan neomuhafazakâr bir varlık anlamında somut bir bütün olarak görmek, tamamen ideolojik bir yaklaşımdır. Batı'nın Türkiyeli neomuhafazakâr modeli pozisyonundaki bir AKP'nin diline pelesenk olan Cumhurculuk, Cumhuriyetin yanında cumhuru da Batı'ya demirletmeye hizmet eden ideolojik bir manipülasyon aracından farksızdır. Bu çerçevede, milletin çoğunluğunun manevi değerlerine yönelik bazı mütecaviz yaklaşımların varlığının böyle bir “cumhur” tanımını ve siyasi tüketimini haklılaştırmayacağını bir kez daha vurgulamak gerekir. Bu tespite karşı çıkıldığı taktirde, “cumhuriyet” adına ortaya konan kimi duyarlıkların ve kıstasların da aynı ölçüde meşru olacağı açıktır. Kutuplaştırıcı siyasetin ve söylemlerin Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte yoğunlaşmış olması da, “cumhurculuk” ideolojisinin totaliter cumhur algılamasını haklılaştırmamaktadır. Anayasal kurallar ve teamüller çerçevesinde yapılacak her Cumhurbaşkanlığı seçimi, hem yasaldır hem de belli ölçülerde meşrudur. Meşruiyetin belirli ölçülerde de olsa varlığını temin eden husus, anayasal prosedürlere ve meclis çoğunluğuna dayanmasıdır. Meşruiyeti sınırlayan husus ise, cumhurbaşkanlığı seçiminin, her şeyden evvel bir demokrasi ve uzlaşma meselesi olmasıdır. Çünkü bugünkü TBMM’nin “cumhur”u ne ölçüde temsil ettiği çok tartışmalı bir durumdur. Anayasal prosedürler bakımından sorun teşkil etmeyen bu kritik nokta, demokrasi ilkeleri ve meşruluk kıstasları açısından can alıcı bir sorunu ifade eder. Meclis-cumhur arasındaki temsil ve yetki ilişkisi, meclisteki AKP çoğunluğu bakımından ele alındığında, kritik nokta şüphesiz çok daha belirgin hale gelmektedir. Diğer bir deyişle, meclisin bütününün cumhuru temsil etme gücünün, AKP çoğunluğuna oranla çok daha fazla olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. 2007 yılı başındaki siyasi ve toplumsal şartlar zemininde yapılacak bir Cumhurbaşkanlığı seçiminin, meşru addedilebilmesinin en önemli kıstası, şüphesiz ki olabildiğince geniş bir uzlaşmaya dayalı olarak gerçekleştirilmesidir. Bu yol, genel kabul görmüş evrensel yöntemlerden biri olarak sadece Cumhurbaşkanlığı makamını tartışmalı olmaktan çıkarmakla kalmaz; aynı zamanda “cumhur”un siyasi temsilcilerinin katılımını genişleten ve hoşgörü iklimini egemen kılan bir süreci temin eder. Bunun dışındaki iddia ve yaklaşımların, cumhurculuk dozajı ne kadar arttırılırsa arttırılsın, ne “cumhurun kendisiyle” ne de demokrasiyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle birlikte gündemi boğan söylem kalabalıklığının, yalnızca cumhur karşıtı damgasını peşinen yiyenlerine değil, “cumhurcular"ın cephesinden kaynaklananlarına da bakıldığında, cumhurun sessiz çoğunluğu dışında kalan pek çok iç ve dış çevrenin, seçimlerle yakından ilgili olduğu görülmektedir.Cumhurcular son tahlilde kökten batıcılar ve neoliberal unsurlarla aynı çizgide buluşmakta, bu çizgi Batılı egemenler tarafından hararetle ve heyecanla desteklenmektedir. Böylesine ilginç ve çeşitli, bir o kadarda stratejik olan bu enternasyonel koalisyonun temel misyonu da, demokrasiyi yüceltmek ve cumhurun hukukunu savunmak şeklinde takdim edilmektedir. Bu durum, doğal olarak sadece şaşırtıcı değil, aynı ölçüde ürkütücüdür. Batı'ya olan bağımlılığın, yine onun emperyal stratejisi doğrultusunda derinleşmesinin taşeronluğunu üstlenen çevre ve kalemlerin, “cumhur müdafaası”nda AKP ile yarışmaları üzerinde çok iyi ve çok yönlü düşünülmesi gerekir. Cumhuriyet’in değişim adı altında, kendini var eden temel ilke ve değerlerinin de devşirilerek içinin boşaltılmak, en önemlisi milli devletin tasfiye edilmek istenmesinin, kalenin içerden çökertilmesinden herhangi bir farkı yoktur. Cumhurcuların iç ve dış destekçilerinin esas amacının, Cumhurbaşkanlığı enstrümanı ile birlikte Türkiye’yi Batı’ya demirletme projesinin önündeki engelleri temizlemek olduğu açıktır. Cumhurun hukukunu savunma konusunda samimi olanlar, Cumhuriyetçilerin kimi politika ve söylem yanlışlıklarının karşılığının, içi boşaltılmış ve Batı’ya teslime hazır hale getirilmiş bir Cumhuriyet olmadığını fark etmek durumundadır. AKP zihniyetinin Cumhurbaşkanlığı konusundaki kafa karışıklılığı ve ilkesizliği, cumhurculuk söyleminin tutarsızlıkları ve tuzakları ile sınırlı değildir. Mesela, muhalefetteki AKP ile iktidardaki AKP’nin Cumhurbaşkanlığı meselesine yaklaşımları, neredeyse birbirinin antitezi gibidir. AKP’li entelektüel ve siyasi elitin, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde A.N.Sezer’in Cumhurbaşkanlığı üslûbunu onayladığı, hatta taktir ettiği bilinmektedir. Sezer’in o dönemde veto hakkını kullanması, AKP’li çevrelerce “iktidara hukuk dersi vermek” şeklinde tanımlanıp övgüye layık görüldüğü bilgisi arşivlerdeki sıcaklığını korumaktadır3. Yine aynı AKP’li yöneticilerin, aday belirleme başta olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine muhalefetteki ve iktidardaki bakış açıları da çifte standardın bir başka örneğini oluşturmaktadır. AKP Genel Başkanının sık sık atıfta bulunduğu bir sözü tam da burada sırası gelmişken hatırlatmakta fayda var: “Hafızay-ı beşer nisyan ile malûldur". Doğru ama bütün hafızaların düzenli bir şekilde tazelenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü, bu duyarlılığın sergilenmesi, her şeyden önce iktidar ve muhalefetiyle bütün siyaset esnafının hâl ve gidişine çeki düzen vermesi bakımından önemlidir. Son Birkaç Söz Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, Cumhur ile Cumhuriyetin karşı karşıya getirilip çatıştırılmasının değil, milli ve tarihi uzlaşmanın zeminini teşkil etmesi gerekir. Böyle bir geleneğin tesis edilmesi durumunda, sadece siyasi değil, sosyal hayat üzerinde de hem olumlu hem de kalıcı etkileri ortaya çıkacaktır. Zaten ne Cumhurun Cumhuriyet ile, ne de Cumhuriyet’in cumhur ile esaslı bir problemi bulunmaktadır. Problemin esasını, 'Cumhurcular'ın kendilerine ait bir cumhuriyet, 'Cumhuriyetçiler'in de kendilerine ait cumhur tanzim etmek istemeleri oluşturmaktadır. Ama unutmamak gerekir ki, her iki tarafa da sirayet etmiş bu “arka bahçe inşa etme” hevesini kullanmak isteyen Batılı egemenlerin varlığı ise, hem 'Cumhur'un hem de 'Cumhuriyet'in geleceğini ipotek altına almaktadır. Dipnotlar: 1) Esat Öz; "Türk Siyasetinin Temel Açmazı Olarak Kemalizm-Cumhuriyet-Demokrasi Denklemi", Türkiye Günlüğü, Kasım-Aralık 1998. (Tam metin olarak sitede de yer almaktadır.) 2) Bu konuda şu makaleme bakılabilir: "Bir İdeoloji Olarak AB'cilik...", Siyaset ve Toplum, Kış 2005. (Tam metin olarak sitede de yer almaktadır.) 3) Örnek olarak bakınız: "Cumhurbaşkanı Sezer, yine hukuk dersi verdi", (Yenişafak Gazetesi, 02 Eylül 2000) "Her konuda KHK çıkarılmasının hukukun temel ilkelerine aykırı olduğunu vurgulayan Cumhurbaşkanı Sezer, kendisine sunulan KHK`ları iade etmekle, hukuk devleti ilkesine uyduğunu vurguladı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, hukuk devleti kavramının çağdaş demokrasinin belirleyici temel özelliği olduğunu söyledi. Çağdaş demokrasiyi benimsemiş devletlerin hangi ortamda olursa olsun hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemek zorunda olduğunu ifade eden Sezer, Türkiye`nin de bu ilkeleri benimsemek zorunda olduğunu kaydetti. Sezer, "Türkiye`nin kimi sorunlarının temelinde kurallara uymamak ve kurumsallaşmamak yatmaktadır" eleştirisinde bulundu..." Makalenin sitede yayıma giriş tarihi: 6 NİSAN 2007
|