Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    AB İDEALİNDE/SÖYLEMİNDE DİNSEL ÇAĞRIŞIMLAR VE KURBANLIK KIBRIS

    Ülkemizde Avrupa Birliği meselesi, eski ve yeni AB bağımlısı iktidarlar tarafından sürekli biçimde Cumhuriyet tarihinin en büyük çağdaşlaşma projesi, hatta 21. yüzyılın yegâne millî hedefi (‘Kızılelma’sı) olarak takdim edilip savunula gelmiştir. Bu yaklaşım, gerçekleri ifade edip etmemesi bir yana; bazı farklı ideolojik ve kültürel arayışlara, bazen kutsallık mertebesinde ilham kaynağı, bazen de sığınacak liman oluşturması bakımından önem arzetmektedir. Zaten meseleyi, Türkiye açısından sadece hayatî değil, aynı ölçüde karmaşık hâle getiren de bu boyutu olmaktadır. 

    AB üyelik perspektifi, yakın zamanlara kadar Tansu Çiller’in DYP’si ile Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı tarafından en önemli 21. yüzyıl vizyonu olarak kabul görüp propaganda edilmiştir. 2002 yılındaki seçimlerden itibaren de, bu medyatik ve pazarlama niteliği yüksek projenin/hedefin en hararetli savunucusu AKP iktidarıdır. Tüccar siyasetçi olmakla övünen Tayip Erdoğan ile ekibinin sahiplendiği AB projesi/ideali, iyi bir pazarlamacı ve taşeron siyasetçinin elinde bulunduğu için, AB muhipleri ve misyonerleri de artık geleceğe daha ümitle bakmaktadır. 

    AB Üyeliği “Millî İdeal” Olabilir mi

    Bu başlık altında, AB üyelik sürecinin önündeki aşılması olağanüstü güç engeller üzerinde durulmamakta, millî ideal yakıştırması bu açıdan mütalâa edilmemektedir. Konuya doğrudan şu sorular ekseninde yaklaşılmaktadır: Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi denilen ya da eski ve yeni batıcıların “kızılelma”sını ifade eden AB perspektifinin temel özellikleri nelerdir Bunu, millî bir ideal ve proje olarak görmek ve tanımlamak gerçekten mümkün müdür 

    Sözü hiç uzatmadan ilk önce söylenmesi gereken çıplak hakikat şudur: AB projesi /ideali, Türkiye’nin değil, Birliğin kurucu ülkelerinin hem bölgesel hem de küresel çıkar ve hedeflerine hizmet eden bir projedir. Ülkemizin AB karşısındaki tarihsel pozisyonu, en iyimser ifadeyle davetsiz misafir olmaktan ibarettir. AB’yi şekillendiren sosyo-kültürel parametreler ve kurumsal donanımlar ile Türkiye’nin millî değer ve çıkarları arasında sıcak ve yakın bir ilişki kurmak mümkün değildir.

    AB’nin temel yapısı ve vizyonuyla Türkiye’nin de millî değer ve hedeflerine hizmet edeceğini düşünmenin, hiç de kolay telif edilebilecek  bir mesele olmadığını, bilâkis çok yönlü bir toplum mühendisliği projesini de öngören ideolojik bir kurgu olduğunu vurgulamak gerekir. Bunun aksini iddia edenlerin Türkiye’yi (Türk milleti ve devletini) Avrupa ile özdeşleştirmesi, hem doğru değildir, hem de hiçbir meseleyi çözmemektedir.

    Avrupa-Türkiye özdeşliği iddiasında olanlar, kabul etsinler ya da etmesinler aynı zamanda şunu da ifade etmiş olmaktadırlar: Türkiye’nin özgün kültürü, tarihi ve hedefleri bulunmamaktadır;  dolayısıyla AB’ye tabi olma sürecine herhangi bir itirazı kayıt koymanın anlamı ve gereği yoktur. AB projesinin, zorlamayla da olsa Türkiye’nin millî ideali (hedefi ve projesi) olarak görülebilmesi için bazı şartların varlığı gerekir. Bunlar arasında, AB’nin evrimindeki temel dönüşüm aşamalarında bilfiil rol üstlenmiş olmak önemlidir.

    Böyle bir ilişki, yani kurucu ortaklık, en azından muteber bir üye olma ihtimalinin bulunup bulunmaması bir yana, projeye bir kez dahi olsa ağız tadıyla sahiplenmeye vesile olacak şeffaflık ve samimiyet zemini oluşmamıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir ülkenin bu kadar yabancı, uzak ve katkısız bir konumda bulunduğu sürecin/hedefin “millî ideal” veya yüzyılın en büyük projesi olarak takdimi dahi, tek başına millî aklı ve vicdanı yaralayıcıdır. Yaklaşık yarım yüzyıldır ısrarla peşinden koşulup bir arpa boyu yol alınan bir üyelik perspektifini yüzyılın projesi olarak kutsallaştırma başarısı, dünya tarihinde belki de ilk kez Türkiye’deki Batıcı teslimiyetçilere ve onların dava arkadaşı AKP iktidarına aittir. 

    Meselenin diğer bir boyutunu ise, ister istemez, AB’nin Avrupalılar tarafından nasıl algılandığı ve Birliğe nasıl bir rol biçildiği konusu oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’nin, kurucu unsurları tarafından bile “millî ideal” mertebesinde algılanıp tanımlanmadığı ortadadır. AB, sürekli arayış içinde olan bir bölgesel organizasyon olarak, daha temel kurumsal gelişimini tamamlayamadığı gibi, kendi içinde bütünü tehdit etme potansiyeline sahip saflaşmalar şekillenmektedir. Böyle bir yapının Türkiye’den “yeryüzü cenneti” ve “kızılelma” olarak gözükmesi, herhalde köktenbatıcı inancın mensuplarına mahsus bir yetenek olsa gerektir. 

    Bir “Din” Olarak Avrupa Birliği (Süreci) 

    Toparlamak icap ederse, kurucu ataları (ruh ve şekil veren ülkeler) nezdinde dahi tartışmalı olan bir Avrupa Birliği’nin, Türkiye’de modellerin, zihinlerin ve ufukların efendisi olarak takdim ve takdir edilmesi, düşündürücü olmanın ötesinde ürkütücüdür. Körükörüne itaati çağrıştıran bu bağlılık ve bağımlılığın, Avrupa’nın evrensel farklılığı olarak sunulan temel değerler (demokrasi, çoğulculuk, rasyonalite, eleştirel düşünce) ile nasıl bağdaştırıldığı, yalnızca bir merak konusu değil, aynı zamanda büyük bir problemdir. 

    Daha özelde ise, meselâ Kopenhag kriterlerinin gerek algılanma, gerekse topluma takdim edilme biçiminin, kutsal bir kitabın emir ve yasaklar bölümünden farkı yoktur. Türk devletinin AB yönetiminin taleplerini karşılama iradesi ve çabası da bu “kutsal kitaba” göre temellendirilip değerlendirilmektedir. AB’ye uyum paketlerinin hem sorumsuzca ve duyarsızca apar topar kabul edilmesinde, hem de içlerinin doldurulmasında takip edilen mantığın özü budur.

    Zira, yeryüzü cennetine yolculukta kutsal Kopenhag kriterlerine tartışmasız sadakatin meşruluğu da kendinden menkul olmaktadır. Bu tür bir tâbiyet ve teslimiyet ilişkisi, aslında kapalı cemaat yapılarında ve katı inanç sistemlerinde gözlemlenebilecek düzeydeki bir “itaat ahlâkı”nı resmetmektedir.

    Türkiye’nin AB’ye, önce demokratik ve ekonomik, daha sonra da jeopolitik açıdan mahkûm olduğu düşüncesi, neredeyse beş vakit tekrar edilen bir söyleme dönüşmüş durumdadır. AB kıblesinden sapıldığı ve itikatta zayıflama olduğu takdirde ülkenin başına büyük felâketler geleceği kehaneti de bu söylemin tamamlayıcı cüzünü oluşturmaktadır. 

    Bütün bu klişeleşmiş slogan ve ritüeller, genelde Batı’nın özelde Avrupa Birliği’nin hikmetinden de, hiddetinden de sual olunmaz” inanışının tipik tezahürleridir. En azından şeklî olarak İslâmî arkaplana sahip muhafazakâr-demokrat duruş iddiasındaki AKP ve genel başkanının “AB ile Katolik nikahı kıydık” sözünün kökten AB’ci itikatin bir tezahürü olduğuna şüphe yoktur. Ama böyle bir “AB’ye bağlılık şehadeti”nin muhafazakâr demokrat kimlik deklarasyonuyla, hem demokratik hem de muhafazakârlık bağlamlarında derin uyuşmazlıklar içermesi kaçınılmazdır.

    Hangi niyetle ve hangi organizasyon için söylenmiş olursa olsun, “Katolik nikahı kıydık” ifadesinin, ne İslâmî ölçülerle ne de demokratik değerlerle bağdaştırılması mümkündür. Çünkü, tek yanlı teslimiyeti haykıran ve köklü bir Hristiyan geleneğine yapılan gönderme ile güçlendirilen böyle bir yaklaşım biçiminin, bırakalım İslâmi değerlerle telif edilip edilememe konusunu, demokrasinin ve eleştirel aklın bile komşusu olması imkânsızdır.  

    Kısacası, esas yaratıcıları tarafından sürekli sorgulanmasına rağmen, Türkiye’de AB sistemini giderek daha kutsal, dolayısıyla tartışılmaz bir mertebeye yükselten tuhaf ve kahredici bir süreç yaşanmaktadır. AB’yi çekip çeviren bürokratik ve ekonomik elitler açıkça böyle tanımlamaktan uzak dursalar bile, ne yazık ki onların Türkiye’deki fanatik taraftarları ve misyonerleri AB’yi bir yeryüzü cenneti olarak tasvir etmektedir.  

    Bu çerçevede güncel bir mukayese yapmak gerekirse, Türkiye’deki köktenAB’ci itikat sahiplerinin Birliğe yüklediği anlam, küresel imparatorluk hayaliyle yanıp tutuşan Amerikan neo-muhafazakâr yönetici elitinin gözündeki ABD misyonu ve vizyonundan çok daha ileridedir. Türkiye’deki AB propagandası ve siyasetinin giderek dinsel bir karakter de kazanması, ülkemizde “Avrupa Birliği Teolojisi” ile “Teslimiyetçilik Psikolojisi” gibi yeni disiplinlere ve araştırmalara olan ihtiyacı arttırmış bulunmaktadır. 

    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti: AB İlâhlarının Kurbanlığı 

    Türkiye’de fanatik AB yandaşlarının gözünde “modern ve seküler bir din” hüviyetine bürünen AB üyeliğinin/sürecinin, önünde engel gibi görünen ya da bilinçli olarak öyle tanımlanan herhangi bir değer ve ilkenin, hiçbir kıymeti olmaması çok doğaldır. Kıbrıs meselesine de, ne yazık ki giderek böyle bir nitelik kazandırılmıştır.  AB yönetimi tarafından özel olarak seçilen ve finanse edilen organize mandacıları bu çerçeve içinde mütalâa etmeye bile gerek yoktur. Zaten onlar, aldıklarının karşılığını vermekle yükümlü olduklarını bildikleri gibi, gönüllü olarak da görevlerini en iyi şekilde yerine getirme kararlılığına sahiptirler.

    Türkiye-AB ilişkilerinin, bütün tarihi boyunca hiçbir dönemde ve düzeyde sağlıklı bir şekilde gelişip gelişmediği meselesi de onlar açısından dikkate değer bir konu değildir. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kutsallık atfedilen bir süreç, aynı zamanda katı bir hiyerarşi de içerdiği için, Türkiye’nin ilişkilerden şikâyetçi olma ve talepte bulunma hakkı otamatik şekilde ortadan kalkmaktadır. Bir başka deyişle,  “AB cenneti”ne girmek isteyenin, bu girişin vecibelerini harfiyen yerine getirmesi tartışmaya açık bir konu değildir.

    Bu bağlamda, AB cennetine dahil olabilmek için, “Doğu”ya, millî tarihimize ve hassasiyetlerimize ait bütün kötülük ve yüklerden (!) arınmak lâzımdır. Medenîleşmesi gereken ve yeryüzü cennetine girmek isteyen “bizler” olduğumuza göre, yapılacak olanlar, bütün talep edilenleri yapmaktan ibarettir. 

    Özellikle son yıllarda sık sık gündeme taşınan, son zamanlarda da gündeme oturan Kıbrıs meselesine yaklaşım biçimleri, kökten AB’ci itikatın en somut göstergelerinden biridir. Kıbrıs’la ilgili bazı milletlerarası kural ve anlaşmaların hükmü olmadığı gibi, AKP yönetici takımının muhalefetteki Kıbrıs vaazlarının da hiç bir önemi ve değeri kalmamıştır. Kıbrıs, artık yeni “itaat imtihanı”nın kilit konusunu oluşturmaktadır.

    Kıbrıs’ın yeryüzü cennetine girişte en büyük engellerden biri olarak sunulması ve bunun Türkiye’de dozajı giderek artan bir şekilde ısrarla desteklenmesi boşuna değildir. AB yönetimi, Türkiye’deki müridlerinden ve misyonerlerinden yeterince emindir. Kopenhag kutsal kitabında açıkça yazılı olmaması, Kıbrıs’ın feda edilmesine, hiçbir şekilde engel teşkil etmemektedir. Yeryüzü cenneti sahipleri veya bekçilerinin bu tür bir talebi dile getirmesi, fanatik AB yandaşlarınca kutsal bir emir olarak telakkî edilmesi için yeterlidir.  Bu durumda, Kıbrıs’ın Türk milleti ve devleti açısından taşıdığı özel anlamın ve önemin hiçbir kıymeti yoktur. Kıbrıs’ın AB ilâhlarına biran önce kurban edilmesi gerekir; zaten bundan kaçış da mümkün değildir.

    “AB Konsülü” Kuzey Kıbrıs’ın kaderiyle ilgili son içtihatları ve Türkiye’ye düşen vazifeleri belirleyip, İlerleme Raporu’na yazmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, Türkiye AB ilişkilerinde gelinen dönüm, daha doğrusu kırılma noktasında Kıbrıs’ın konumu ve kaderi böyle tarif edilmektedir. AB yönetimi, Kuzey Kıbrıs’ın kurban verilmesini artık açıkça talep etmekte; Türkiye’deki fanatik yandaşları ve temsilcileri de bunun doğrultusunda her türlü hazırlığı yapmaktadır. 

    Yaklaşan KKTC seçimlerinde AB yönetiminin hem lejyonerleri hem de misyonerleri olarak görev yapan muhalefet partisi yöneticileri, Türkiye’deki yandaşlarıyla dayanışma halinde bu kutsal görevlerini yerine getirmek için beklemektedir. AB cenneti yolculuğundaki Kıbrıs engelini temizleme inanç ve azimleri son bir yıldır doruk noktasına ulaşmış bulunmaktadır. Bunların, Kuzey Kıbrıs’ta cirit atan diplomatik kılıklı sömürge memurlarıyla birlikte, Kıbrıs Türk halkının kurban etme merasimine katılımını arttırmak için çırpınmaları bu yüzdendir. 

    Son Söz: Kurbanlık Kıbrıs’ın Kader Seçimi  

    Eğer Kıbrıs’ın bir hiç uğruna kurban edilmesinin önüne geçilmek isteniyorsa, millî özgüven ve direncin, en az AB müridleri ile misyonerlerinin teslimiyet imanı ve azmi kadar kuvvetli olması gerekir. Aksi takdirde, Kuzey Kıbrıs’ın göz göre göre kurban verilmesi için halkın beyninin yıkanmasından ekonomik ambargolarla yıldırılmasına kadar gerekli bütün operasyonların yapıldığı derin teslimiyet sürecini tersine çevirmek imkânsızdır. Zaten KKTC’de giderek palazlan(dırıl)an tescilli teslimiyetçi unsurlar, Kıbrıs’ın AB’li ilâhlara kurban verilmesi sürecinde kasaplığa gönüllü olarak talip olduklarını çoktan ilân etmiş bulunmaktadırlar. Bu durumda, Türk milleti ve devletinin, 14 Aralık 2003 seçimlerinde, Kuzey Kıbrıs’ın cellâtlarına teslim edilip edilmeyeceğinin belirleneceğini bilerek hareket etmesi milli bir görev ve sorumluluktur. 

    (İlk yayımlanışı: Hisar Gazetesi ve Kuzey Kıbrıs Haber, Kasım 2003)

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik