Giriş: ‘Yeni Zamanlar’a Özgü Tabuların İdeolojik Temelleri 1980’li yıllardan itibaren Batı’dan başlayarak yeryüzünün diğer düşünce coğrafyalarına hızla yayılan fikirler arasında, neo-liberalizm ile ikiz kardeşi küreselleşmecilik, şüphesiz özel bir yere ve çok çeşitli işlevlere sahiptir. Bilhassa 1990’lı yılların başında reel sosyalizmin çöküşüyle, daha bir engelsiz ve muhalefetsiz kaldığı için, popülerleşme ve yayılma süreçleri büyük ivme kazanmıştır. Bu ortamda teknolojik gelişmelerin sağladığı paha biçilmez imkânlardan istifade eden Batı kapitalizmi, millî ekonomilerle birlikte alternatif bakış açılarının da direnme gücünü zayıflatan bir sonuç doğurmaktadır. Medya ve sermayenin organik ve ideolojik bütünleşmesiyle, piyasacılık ve/veya neo-liberalizmin, tarihin belki de en imtiyazlı, bu manâda ‘en şanslı’ ideolojisi ünvanına kavuşmasına elverişli şartlar oluşmuştur. Küreselleşme ve neo-liberal politikalar yaygınlaştıkça medya sahipliği gibi, yayın politikaları da nitelik ve amaç değiştirmiş; ‘haber verme ve sorgulama’ yerini ‘tüketime özendirmeye ve eğlendirmeye’ bırakarak, toplumları piyasa üzerinden yürütülen ekonomik ve ideolojik manipülasyonlara açık hâle getirmiştir. Türkiye’deki siyaset ve fikir hayatı da, giderek küresel bir boyut kazanan bu gelişmelerden, bazı özgün şartlara dayalı zayıf istisnaların dışında, ‘nasibini’ fazlasıyla almıştır. Günümüzde, neo-liberalizm, bütün dünyaya yayılmış atardamarlarını oluşturan küreselleşme süreci ile birlikte, Batı tarihi ve medeniyetinden neşet eden bir ‘evrensel dil’ geliştirerek entelektüel hükümranlığını sürdürmektedir. Küresel kapitalizmin bu hegemonik dil’inin belirgin özellikleri arasında, piyasanın ekonomik yapının temel bir aracı olmasının yanında; giderek hem siyasî hem de ekonomik faaliyetlerin başlı başına amacı hâline dönüşmesi merkezî öneme sahiptir. Batı dışındaki millî devletlerin demode ilân edilmesi, neo-liberalizm ile temellendirilen kurum ve kuralların IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel bekçileri nezaretinde evrensel (nihaî) doğrular şeklinde empoze edilmesi, diğer ayırt edici vasıflarını oluşturur. Hegemonik dil’in Batı dışı toplumlara daha sıcak gelecek versiyonu ise, içinde aynı hedef ve değerleri barındıran ‘değişim paradigması’dır. Küreselleş(tiril)miş değişim söyleminin en belirgin özelliği, ülkeleri, neo-liberalizmin küresel kurallarıyla yapısal uyum içinde olmaya zorlamanın popüler anlatımı olmasıdır. Neo-liberal hegomanyanın bağlamı dışında genel ve doğal bir evrimi anlatan değişim sözcüğü, küresel hükümranlık sisteminin dayatmalarının taşıyıcısı olarak kullanıldığında ise; muhalif yahut farklı argüman ve düşünceleri, insanlığın en mükemmel aşamasına uyum sağlayamayan ‘tarih dışı’ bir kategoriye hapsetmenin propaganda temalarından birine dönüşmektedir. Diğer taraftan, piyasanın tek başına amaç ve araç hâline dönüşmesi, zaten görece özerk millî ekonomilerin küresel sermaye ve piyasanın denetimine girerek Batı kapitalizminin yerel taşeronları mahiyeti kazanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla, piyasacılık ve küreselleşmecilik, Batı kapitalizminin küresel hükümranlığını pekiştirip yücelten teknik ve ideolojik araçlar olmaktadır. İşte değişim söylemi, bu küresel sarmalın stepnesi olarak önem taşımakta, ihtiyaç duyulduğunda kitleler nezdinde oluşturulan cazibesinden yararlanmak üzere devreye sokulmaktadır. Hem ideolojik ve entelektüel, hem de popüler boyutlarıyla hegemonik bir kimlik kazanan neo-liberal yaklaşım ile küreselleşmeyi, seleflerine oranla daha donanımlı olan ‘yeni Batıcılık ideolojisi’ olarak da tanımlamak mümkündür. Bu tanımlama, sadece Türkiye bakımından değil, Batı dışındaki bütün dünya açısından az-çok geçerlidir. Batıcılığın genel özelliği, millî/yerli olana karşı farklı saiklerle ortaya çıkan ideolojik ve kültürel yabancılaşmanın, genellikle Batı medeniyetine hayranlık duygusu ile eş zamanlı olarak gelişmesi ve bu sürecin Batı’ya mensubiyet bilincine dönüşmesidir. Günümüzde, Batıcılığın eskimiş ve yorgun bir kavram olması sebebiyle, daha çok küreselleşme ve neo- liberalizm tercih edilip kullanılmaktadır. Yoksa Batı dışı dünyada neo-liberalizmin ya da küreselleşmenin siyasî ve toplumsal alanlardaki kullanımı ile Batıcılık arasında esaslı bir fark yoktur. Bu iki küresel paradigmayı geleneksel Batıcılık anlayışına göre ‘özel’ yapan, siyasî ve fikrî tedavüldeki en kıymetli ‘değer ve ideal’ olarak hakimiyet kurmalarında sağlanan başarıdır. Bilhassa siyasî iktidarların meşruluk sıkalasının yazılı olmayan refarans ilkesine dönüştürülmüş bulunmakta; bu ‘ilke’ de piyasa ve medya aktörlerinin muhteşem işbirliği sonucunda işlevsel hâle gelmektedir. Burada, medyanın, piyasa ve özelleştirme sürecinin derinleşmesiyle birlikte dünyanın dört bir tarafında küresel sermayenin, dolayısıyla neo-liberal hegomanyanın ‘halkla ilişkiler şubesi’ olarak hizmet vermeye başladığını hatırlamak gerekir. Tekelci medya yapısının ortaya çıkışıyla Batı’nın/küresel kapitalizmin hükümranlığı iç içe geçmiş bir süreçtir ve Batı’nın ötekilerini çekip çevirmesini kolaylaştıran bir dizi imkânı beraberinde getirmektedir. Nitekim, medya destekli ‘Yeni Batıcılık’ akımının jeo-politik dile tercüme edildiğinde esas işlevinin; Batı’nın stratejik çıkarlarını ve değerlerini gözetecek şekilde ‘değişim’ seferberliği başlatmak ve kamuoylarını kontrol etmek olduğu görülür. ‘Küreselleşmenin dışında kalmamak’ veya ‘çağa ayak uydurmak’ jargonu, bu işlevi belki gizleyebilir ama gerçeği değiştirmez. Zaten küreselleşme, neo-liberalizm ve değişim, Batı’nın yeni emperyal politikalarına değişik zaman ve zeminlerde giydirilen ideolojik kostümleri ifade eder. ‘Yeni Batıcılığın’ Sempatik Yüzü Olarak AB’cilik ve Küresel İşlevi Batı’nın –egemen unsurlarının denetiminde- gücünün doruğuna çıktığı süreçle iç içe olan küresel konjonktürün, belirli kavramların popülerleştirilip meşrulaştırılmasında, temel bir referans kaynağı olarak kullanıldığını önemsemek gerekir. Zira, küreselleşme süreciyle eş zamanlı ve eş yoğunluklu olarak gelişen kültürel ve ideolojik anaforlar, hegemonik dil’e uygun biçimde kimi kavramların yüceltilip, kimi kavramların ‘aforoz’ edilmesini kolaylaştırmaktadır. Giderek rafine hâle gelen reklâm ve pazarlama tekniklerinin ideolojik hegemonya inşâ etme sürecinde de kullanılması, küresel kapitalizmin talepleri doğrultusunda gündem(ler) oluşturulması, yine itibarlı muhalif değerlerin devşirilip tüketilmesi, son yıllarda sıkça başvurulan yöntemlerdir. Bu bağlamda en iyi örnekler, özellikle 2000’li yılların başından itibaren Batı’nın açıkça ekonomik, siyasî ve ideolojik nüfûz arenasına dönüşen Türkiye’den verilebilir. Yakın geçmişe kadar tedavülde bulunan, ama zamanla muhtevaları tartışılır hâle geldiği için itibarları sarsılan, ‘İkinci Cumhuriyetçilik’ ve ‘ilerleme’ gibi kavramlar yerini yakın akrabalarına bırakmıştır. Benzer şekilde, Batı’nın ‘referans medeniyet’ vasfı değişmemiş; fakat Amerika’nın yerine Avrupa, ‘referans vatan’ olarak idealize edilip, daha fazla ön plâna çıkartılmıştır. Hegemonik dil’in ikna kabiliyetini arttırmak için, bazı muhalif veya farklı değerlerin tüketilmesi de aynı mekanizmanın bir parçasıdır. Meselâ, zaman zaman Atatürk’e müracaat edilerek delil gösterilmesi; ‘akılcılık’ ve ‘muasır medeniyeti aşmak’ gibi ifadelerin tarihsel bağlamlarından koparılıp istismar edilmesi, kullanılan yöntemlerden bazılarıdır. Neo-liberal küreselleşmecilik ya da ‘yeni Batıcılık’ anlayışında, muhalif veya engel olarak görülen değerlerin/kavramların linç edilmesi süreci, demokrat ve özgürlükçü bir yaklaşımın tam tersine, katı totaliter ideolojilerin mantığını yansıtır. Küreselleşmeye ve/veya neo-liberal hegemonyaya muhalefet, ‘statükoculuk’, ‘değişim karşıtlığı’, ‘Sevr sendromu’, ‘içe kapanmacılık’ gibi klişe mahkûmiyet kalıplarıyla yıpratılıp karalanmaya çalışılır. Hegomonik dil’in bu tür resmî sloganlarının muhatapları, kaçınılmaz biçimde tarih ve medeniyet dışı kategoriye hapsedilirken; yeni Batıcılık ideolojisi de, tarihin sonunu ifade eden reformcu ve özgürlükçü imajını kaybetmemiş olur. Özgürlükçü ve değişimci vurgunun sınırını ise, ister istemez küreselleşmecilik ve neo-liberalizm çizer; fakat bu durum, terminolojik bir çelişkiye işaret etmesine rağmen gözardı edilir. Bütün bunlar bizi, yine Türkiye’deki neo-liberal veya küreselleşmeci jargonun, Batı kaynaklı küresel hükümranlık sisteminin popüler-ideolojik kılıfları olduğu gerçeğine götürür. AB projesinin Batıcıların büyük bir çoğunluğunu heyecanlandırmasının temelinde ise, muhtemelen kültürel ve ideolojik aidiyeti resmî bir bağla taçlandırma ihtimali(fırsatı) sunuyor olması yatmaktadır. Ancak, zihinlerin ve ufukların efendisi mertebesinde algılanıp tanımlanan bir kulübe mensubiyet duygu ve düşüncesinin, sahiplerini sadece heyecanlandırmakla kalmayarak, onları yeniden biçimlendireceği aşikârdır. Böyle bir yarı kutsal algılamanın, öncelikle her türlü entelektüel duyarlılığın ikinci plana itilmesine, millî değerlerin engel yahut muhalif bir kategoride ele alınıp tanımlanmasına yol açması kaçınılmazdır. Böylesine sonuçları olan bağımlılık anlayışı, Batı’nın kendi dışındaki taraftarlarıyla ‘gönüllü kulluk’ ilişkisi kurmasını mümkün kılmakta; küresel hükümranlık siyasetine elverişli bir zihnî iklime dönüşmektedir. Türkiye-Batı ilişkileri, bu tür bir popüler- teslimiyetçi anlayışın tekelinde, sağlıklı bir zemin yerine, tabiî olarak tek yanlı bağımlılık psikolojisinin gölgesinde cereyan edecektir. ABD’nin küresel ölçekte imparatorluk inşa etme niyetini açığa vuran politikalar gütmesi karşısında, Batıcılık ideolojisinin AB eksenli boyutunun ön plana çıkmaya başlaması, yukarıdaki tespite istisna oluşturmaz. Zaten, AB ile ABD arasındaki ayrışmanın, değer odaklı olmaktan çok, küresel paylaşım ve egemenlik anlaşmazlığından besleniyor olması, Batıcılık hareketi içinde ciddi bir özeleştiriye ve ayrışmaya yol açmamaktadır. Gelinen aşamada, Türkiye’de mukim militan Batıcılık açısından önemli olan, millî duyarlılıkların ve toplumsal çekincelerin karşısına her hâlükârda konulabilecek Batı patentli bir ‘kurtuluş reçetesi’nin varlığıdır. İşte ülkemizde idealize edilen biçimiyle AB projesinin, son yıllarda böyle bir işlevi de bulunmaktadır. Özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren, yani dünyanın jeopolitik ve jeoekonomik haritasının yeniden çizildiği bir süreçte Türkiye’nin gündemini ve güzergâhını bütünüyle belirlemeye başlamıştır. Ayrıca, üstün ve ayrıcalıklı Batı(cılık) tahayyülü, AB projesi ile ‘temize çıkarıldığı’ gibi; ABD’nin ‘ideal tablo’yu alt üst eden emperyal ihtiraslarının yarattığı anti-Batı(cı) dalga zayıflamış olmaktadır. AB Hedefinden Üyelik Sürecine İlişkilerin Tabulaştırılması Türkiye’nin gerek coğrafyasından kaynaklanan jeo-politik ve ekonomik zorlukları, gerekse idarecilerinin irade ve ufuk fukaralıkları yüzünden; AB idealinin/üyeliğinin, birbuçuk asırlık “Devlet nasıl kurtulur” sorusunun gerek nihaî ve mükemmel cevabı olarak sunulması, gerekse taraftar toplaması bir hayli kolaylaşmaktadır. Gerçekten de, siyasetin ülke ve toplum sorunlarına çözüm üretememesiyle, muhtemel AB üyeliğinin biricik millî hedef ve politika düzeyine çıkartılması arasındaki ilişkiyi küçümsememek gerekir. Zaten, radikal Batıcılık ideolojisinin AB ideali üzerinden toplumsal karşılık bulması ve 21. yüzyılın başında yeni resmî ideolojiye dönüşmesinin temel sebeplerinden biri budur. Diğer temel sebep ise, 1980’lerden bu yana küresel güç odaklarıyla yoğunlaşan ilişkileri sonucunda medya ve sermayenin yeniden tanımlanan ve artan siyasî rolüdür. Son yıllarda, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, sadece medya sermaye ortaklıkları gelişmekle kalmamış, bu sürece paralel olarak siyasî ve toplumsal hayat biçimlendirilmeye başlanmıştır. İşte Türkiye’nin, bilhassa birkaç yıldır giderek ağırlaşan ve millî öncelikleri ile duyarlılıkların kaybedilmesi anlamına gelen ‘millî ve ahlâkî koma halî’, son tahlilde bu iki dinamiğin ürünüdür. Birlik yönetiminin yaklaşımındaki iki yüzlü ve art niyetli tavır giderek belirginleşmesine rağmen, ‘AB tutkusu’ Türkiye’yi topyekûn esir almaya devam etmektedir. Gerçekten de, devletin bütün kurumları ve pek çok sivil toplum örgütünce millî hedef olarak kutsanan AB üyeliği/ideali, bütün haşmetiyle ortada durmaktadır. Böyle bir tablo karşısında, Türkiye’nin AB sürecindeki stratejik konumunu en iyi tasvir eden ifadelerden biri, şüphesiz ‘millî akıl tutulması’ olmaktadır. Bu şekilde hem mükemmel hem de ebedî bir proje olarak takdim ve takdir edilen AB sürecinin tabulaştırılması da kaçınılmazdır. Gaflet ve ihanet suçlamalarından ‘muzdarip’ olan fanatik AB’cilerin, millî ve demokratik duyarlılıkları ön planda tutanlara karşı, aynı kelimelerle olmasa bile aynı anlama gelecek eleştiriler yöneltmesi, hatta medyatik linç operasyonları tertiplemesi, artık sıkça görülen siyaset ve fikir manzaralarını oluşturmaktadır. Kökten AB’ciliğin gerekleri, tabiî ki bunlarla sınırlı değildir. Çünkü, AB’ye ulaştıracağı varsayımı millî değerlerin kurban verilmesinin yegâne kriterini oluşturmakta; dolayısıyla Birlik yönetiminin beklenti ve taleplerinin tartışma götürmez ‘doğrular’ olarak algılanıp karşılanması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, AB’ci zihniyetle hemhâl olanlar Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki misyonlarını, ‘durumdan vazife çıkartacak’ kadar ilerletmiş bulunmaktadırlar. Tartışmalı üyelik, daha doğrusu adaylık sürecinde AB yönetiminin taleplerinin ısrarlı takipçisi olmanın ve avukatlığını yapmanın yanı sıra; Avrupa adına konuşmak, Birliğin art niyetinden şüphe etmemek, Avrupa’nın iç sorunlarını ve açmazlarını dikkate almamak, Türk kamuoyunun AB hakkında doğru ve yeterli bilgilenmesinden rahatsızlık duymamak, ülkemizin medyatik entelektüellerine mahsus ‘AB’cilik kriterleri’ olarak dikkat çekmektedir. Demokrasi ve aydın ahlâkından da nasibini almamış fanatik Batıcı zihniyet, 2004 Türkiye İlerleme Raporu ve ekleri ile Avrupa Parlamentosu kararlarında iyice belirgin hâle gelen aşağılayıcı, dayatmacı ve ırkçı bakış açısına rağmen azminden bir şey kaybetmemektedir. Onlar için AB-Türkiye ilişkilerinin her adımı, artık bir ‘tabu’dur. İlişkilerin, belli bir tarihî geçmişe ve demokrasi geleneğine sahip herhangi bir ülkeye yakıştırılamayacak ölçüde onur kırıcı ve anti demokratik olmasının veya tehlikeli bir mecrada hızla ilerlemesinin hiç önemi yoktur. Kısacası, ülkemizde medya ve siyaset zemini, çoğulculuk esası ve ahlâkî kriterler yerine, neo-liberal küresel paradigma ile AB’ci bakış açısına göre şekillendiği için, tek-parti rejimlerine özgü bir fikir ve siyaset hayatının özelliklerini giderek daha fazla yansıtmaya başlamıştır. Küresel neo-liberal projenin millî ve sosyal devlete yönelik istila hareketlerinin entelektüel müdafaası ile AB sürecinin siyasî ve ekonomik faziletlerine dair söylevler dışında kalan farklı iddia ve itirazlar, artık oldukça sınırlı yankı bulmaktadır. Buna karşılık, AB-Türkiye ilişkilerinde ‘tartışılmaz’ veya ‘olmazsa olmaz’ şeklinde empoze edilen birçok konunun, aslında takdim ve tarif edilenden çok farklı olduğu bir bir ortaya çıkmaktadır. Fakat pek çok alanda egemen fikir hâline dönüşmüş olan AB’ci fanatizm, Birlik merkezli gelişme ve gerçekleri ya sansür uygulayarak gündemden uzak tutmakta, ya da abartıp tabulaştırmaktadır. Türkiye, bu manâda AB üyeliğini sadece bir ‘kurtuluş projesi’ olarak algılayan, onun dışındaki gerçeklere kör ve sağır hâle getirilmiş, yani ‘bitkisel hayat’a girmiş bir organizmaya benzemektedir. Türkiye-AB İlişkilerinde Yer Eden Onbir Hurafe Türkiye’deki fiilen resmiyet kazandırılan üyelik politikası ve söylemi üzerinde duruldukça, AB sürecinde ilişkilerin nasıl tek taraflı olarak tabulaştırıldığını; yine, fanatik AB’ci zihniyetin ‘psikolojik harp’de kural ve değer tanımadığını görmek mümkün olmaktadır.En önemlisi, AB yönetiminin Türkiye politikası ile Türkiye’deki egemen AB’ci yaklaşımlar arasında gözlenen eylem ve söylem benzerliğinin düzeyi ve bu durumun yol açtığı sorunlardır. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren derinleşmeye başlayan bu süreçte, AB yönetimi stratejik ve psikolojik üstünlüğü sürekli elinde bulunduran tarafı oluşturmaktadır. Ülkemizde ise, AB projesi etrafında önemli tartışmalar yapmak yerine; AB sürecinin, bir yandan ideolojik olarak dokunulmaz ve ayrıcalıklı kılınması, diğer yandan sürdürülebilir bir bağımlılık ilişkisi için özel çaba gösterilmektedir. Ancak, haklarında tek yanlı kampanyalar düzenlenen, siyaseti ve/veya toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılan pek çok ‘ciddi’ konunun, ya çarpıtıldığı ya da büyük birer hurafeden ibaret olduğu gözlenmektedir. Bayatlamış Hurafeler: 1- AB Üyeliğine En büyük Engel Kıbrıs Davasıdır. Son birkaç yıldır Türkiye-AB ilişkilerinin kilit konusunu, Kıbrıs meselesi oluşturmaktadır. Eski AB Büyükelçisi ‘maharetli’ Karen Fogg’un planlı çalışmalarının da katkısıyla, Kıbrıs’a dair millî ve hukukî tezlerimizin karşısına ‘statükonun son kalesi Kıbrıs davası bertaraf edilmelidir’ korosu çıkartılmıştır. AB idealinin pazarlanma gücü ile birlikte, millî davanın sembolü olan Rauf Denktaş pasifize edilmiş, AKP iktidarının ‘koro’ya katılımı gerçekleştirilmiştir. Zaten, Batı’ya dayalı iktidar ilişkilerini tercih eden siyasî elit açısından, Kıbrıs teslimiyetçilik sarmalının içinde yer almak tercihe şayan bir durumu ifade etmektedir. Velhasıl, Kıbrıs’ı AB yolunda kurban etme kumpası Annan Planı’na referandumda ‘evet’ verdirerek, küresel hegemonyanın Gürcistan ile Ukrayna’da ‘kadife devrim’ şeklinde isimlendirdiği “Batıcı ‘sivil’ darbeler” benzeri bir sonucu temin etmiştir. Gerçekte ise, ‘Üyeliğin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır’ sözünün kocaman bir hurafe olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Bugün gelinen noktada, Kıbrıs’a dair millî hakların ve hassasiyetlerin ‘engel vasfı’nın ortadan kalkması için, sorunun Rum-Yunan politikaları doğrultusunda çözülmesinin gerektiği; yine engel söyleminin bilinen ve bilinmeyen çok zengin kaynaklara sahip olduğu, artık gizlenememektedir. 2- AB’den Müzakere Tarihi Almak İçin, İdam Cezası’nın ve DGM’lerin Kalkması Gerekmektedir. Türkiye’deki kesif AB’ci propagandanın 1999-2002 yıllarına damgasını vuran bu iddiası da, içi boş bir slogandan ibaret olarak tarihteki yerini almıştır. Kanunî değişikliklerle hâlledilen bu mesele bir daha gündeme gelmemiş; teslimiyetçilik çarkının o dönemde tek taraflı öğüttüğü konulardan biri olarak kalmıştır. Terör ve kaos tehdidinin sıcak ve yakın olmayanı ile karşı karşıya kalan AB üyesi ülkelerin ‘demokrasi şanları’na yakışmayan tedbirleri bir çırpıda devreye soktukları hatırlandığında, Türkiye’deki tartışmaların ve düzenlemelerin teslimiyetçilik psikolojisiyle kotarıldığı görülmektedir. 3- AB, Türkiye’ye Karşı, Her Aday Ülkeye Olduğu Gibi, Dürüst ve Tarafsız Davranmaktadır. Bu AB’ci slogan, 2004 yılına kadar aksini iddia etmenin bile ‘AB karşıtlığı’ yahut ‘değişim karşıtlığı’ damgası yemekle eş değer olduğu bir başka konuyu ifade etmektedir. Özellikle 2004 İlerleme Raporu’nda bizzat AB yönetiminin kendisi, Türkiye’ye karşı objektif olamayacaklarını resmen deklare ederek, teslimiyetçilik jargonunun bu sacayağını kesmiş bulunmaktadır. Böylece bir ‘AB tabusu’ daha kendi kendini imha etmiş, Türkiye’deki fanatik AB’cilerin elinde son kullanma tarihi geçen bir ‘hurafe’ olarak kalmıştır. 4- AB Üyeliğinin Anahtarı Kopenhag Kriterleridir. Türkiye’deki AB’ci Cephe’nin bütün unsurları tarafından sık sık olmasa da hâlâ kullanılan; ama ‘üyeliğin altın anahtarı’ yerine, ‘teslimiyetçilik maymuncuğu’ işlevi gören kutsal kriterleri oluşturmaktadır. Bu vasfı kriterleri, ‘yeni Batıcı ideoloji’nin uygulamaya dönük en önemli araçlarından biri yapmaktadır. Aynı şekilde Birlik yönetimi de, Kopenhag kriterlerini, üyelik (Türkiye açısından müzakere tarihi almak) için yeterli olmadığının iyice anlaşıldığı 2004 yılına kadar ‘ev ödevi vaazı’nın kutsal cüzü olarak kullanmıştır. Ancak, Kopenhag kriterlerine odaklanan ‘üyelik tapusu’ söylemi, AB’cilerin hurafe olduğu anlaşılan diğer tabularıyla, aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamamaktadır. Nitekim, AB’nin Türkiye’ye has ‘kriterler stratejisi’nin, aslında çok engelli, değişken kurallı ve ucu açık bir maraton olduğu, sağduyusunu tamamen kaybetmemiş AB’cilerin bile kolay kolay reddedemeyeceği bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Sonuçta, Kopenhag kriterlerinin kutsallaştırılmasının bir ürünü olan ‘AB ile pazarlık yapılmaz’ söylemi, işlevini tamamlayarak çağdaş teslimiyetçilik edebiyatının klasik masalları arasındaki yerini almış bulunmaktadır. Can Çekişen Hurafeler: 5- AB’nin Türkiye’ye Değil, Türkiye’nin AB’ye İhtiyacı Vardır. Ülkemizde egemen hâle gelen AB’ci lobilerin, 2004 yılına kadar sıkça başvurdukları ve pek hoşlandıkları argümanlardan biri de budur. Türkiye’yi AB’ye sürekli muhtaç durumda olan bir ülke olarak takdim etmekten ve ardı arkası kesilmeyen AB taleplerine karşı oluşabilecek toplumsal tepkileri frenlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Bu talihsiz söylemin en azından bir bölümü, yine AB yönetimi tarafından yalanlamış bulunmaktadır. Zira, Avro-bürokratlar; ‘süper-ulus devlet’ (post-modern imparatorluk demek daha doğru olur) inşâ etme niyetlerini dışa vurdukları son bir-iki yıldır, Türkiye’ye (ordusuna, pazarına, coğrafyasına ve yeniden biçimlendirilecek dinî motiflerine ) ihtiyaç duyduklarını artık açıkça telâffuz etmektedirler. 6- AB Sürecinde Millî Kimlik ve Üniter Devlet Gibi Hassasiyetlerin Yeri Yoktur. Bu iddia, aslında Türkiye’deki fanatik Batıcı zihniyetin millî ve üniter devlet karşıtlığını AB üzerinden realize etme düşüncesini yansıtmaktadır. Bugün, hem AB coğrafyasında hem de dünyanın diğer bölgelerinde, devletler ve toplumlar çıkarlarını korumak ve hedeflerine ulaşmak için oldukça hassas davranmaktadırlar. Bu durumun en büyük kanıtı, bizzat AB bünyesindeki çok yönlü tartışma ve gruplaşmaların kendisidir. Yine Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde kritik tartışmaların yapıldığı 2004 yılı içinde, üye ülkeler pozisyonlarını ya millî duyarlılıkları ya da Batı Avrupa’nın stratejik çıkarları doğrultusunda belirlemişlerdir. Rum Yönetimi’nin Yunanistan’ın desteğiyle uyguladığı Kıbrıs stratejisinde AB’yi kullanması ise, bu evrensel gerçeğin en aşırı ve dikkat çekici örneklerinden birini oluşturmaktadır. 7- AB, Demokratik ve Ekonomik Yapısıyla Mükemmel Bir Oluşumdur. Hâli hazırda, AB’yi efsane olarak pazarlama teknikleri arasında dikkat çekmektedir. Özellikle ‘Batıcılık misyonu’na gölge düşmemesi için, bu reklâm sloganının sürekli kullanılması gerekmektedir. Buna rağmen, AB üyesi ülkelerin siyasî ve ekonomik göstergeleri böyle bir ‘yeryüzü cenneti’ tasvirinin fazlasıyla abartılı olduğunu göstermektedir. AB coğrafyasında demokrasinin kalitesi ve etkinliğinin Brüksel merkeziyetçiliğine kurban edildiğine, küresel neo-liberal kasırganın Avrupa değerlerini hızla erozyona uğrattığına, son zamanlarda daha fazla şahit olunmaktadır. Yine, AB üyesi birçok ülkede artan bütçe açıklarının kabul edilebilir sınırları aşması üzerine ciddi tartışmaların yaşandığı bilinmektedir. 8- AB Projesinin Temelini, Dinî ve Kültürel Çoğulculuk ile Hoşgörü Oluşturur. AB hakkındaki bu ‘reklâm spotu’ da, bir hayli abartılı AB tasvirine dayalı teslimiyetçi-Batıcı cephenin kamu diplomasisi faaliyetinde kullandığı tipik söylemlerinden biridir. Buna karşılık, AB’nin Türkiye’ye yönelik art niyetli ve iki yüzlü tutumu, Hristiyanlık dışındaki dinlere ön yargılı bakışı, insan haklarıyla hiçbir biçimde bağdaşmayan göçmen politikaları, Batı medeniyeti ve Hristiyan dini merkezli bir çoğulculuk gerçeğine işaret etmektedir. AB yönetiminin, aslında Türkiye gibi farklı din ve kültürlerden ortak/üye aramadığı; içindeki farklı kültür ve inançtan gelen toplulukları entegrasyon adı altında asimile etmeyi öngermesinden anlaşılmaktadır. 9- AB’den Alınacak Müzakere Tarihi ile Türkiye Yabancı Sermaye ve Yatırım Cennetine Dönecektir. AB-Türkiye ilişkilerinin canlandırılmak ya da tavizlerin önündeki direnç noktalarının kolayca temizlenmek istendiği zamanlarda el üstünde tutulan bir argüman olarak önem taşımaktadır. AB’ci lobilerin bu beylik sloganı, özellikle topluma üyelik süreci üzerinden ‘parlak gelecek’ ve umut pazarlamak isteyen siyaset esnafı tarafından da yoğun olarak tüketilmektedir. Oysa, aklı başında ekonomistler, AB’nin ‘sağmal inek’ gibi görülmemesi gerektiğini, müzakere tarihi almanın Türkiye’yi tek başına yabancı sermaye ve yatırım cennetine dönüştürmeyeceğini söylemeye devam etmektedir. Ayrıca, teslimiyetçilik psikolojisinin bir başka yansıması olan bu sloganın, hem Gümrük Birliği anlaşması döneminde, hem de pek çok IMF direktifi kanunun çıkarılması aşamasında eskitildiğini unutmamak gerekir. Yeni Hurafeler: 10- Yeşiller Partisi, Türkiye’nin AB’ye Üyelik Sürecinde Yakın Dostu ve Destekçisidir. Son zamanlarda Türk kamuoyunun gündemine sokulan hurafelerden birini, Yeşiller’in Türkiye aşkına dair gereksiz ve abartılı haber ve yorumlar oluşturmaktadır. Çünkü, dikkatlice incelendiğinde Yeşiller’in AB yönetiminden farklı bir Türkiye vizyonu olmadığı; 2004 İlerleme Raporu’nu ‘akıllıca’ bulup mükemmel bir belge olarak tanımlamalarından anlaşılmaktadır. Yine, hem Türkiye’deki bölücü-yıkıcı unsurlarla, hem de onların Avrupa’daki uzantılarıyla en fazla içli dışlı olanların başında Yeşiller’in geldiği unutulmaktadır. Avrupa’daki eski saygınlıklarından ve etkinliklerinden çok şey kaybeden Yeşiller’e bel bağlayan bir Türkiye yönetiminin durumu, ‘denize düşenin yılana sarılması’ndan pek farklı değildir. 11- Brüksel Zirvesi Kararları Türkiye’nin ‘Üyelik Beratı’dır. 17 Aralık 2004 tarihinde toplanan Brüksel Zirvesi sonuç bildirisi, Türkiye bakımından malûmun ilânı olmasına rağmen, AB’ci medya ile AB’den medet uman siyaset esnafı tarafından üyeliğin yolunu açan bir belge olarak takdim edilmektedir. Oysa zirve kararları, hem ikinci sınıf bir ilişki biçiminin alt yapısını inşa eden, hem de Batı’nın emperyalist yüzünün tarihsel simgesi durumundaki ‘Sevr ruhu’nu içinde barındıran İlerleme Raporu’nu reddetmemekte, bilâkis teyit etmektedir. AB’ye yönelik itirazlar gibi, millî hassasiyetlerin dile getirilmesini de ‘Sevr paranoyası’ olarak peşinen karalayan bir anlayışın; ‘soykırım saplantısı’ndan Ruhban Okulu’na, etnik ve dinî azınlıkların ihyasından ekümeniklik sıfatının avukatlığına kadar ‘Şark Meselesi’ davasının takipçisi olan bir AB yönetimini, en azından niyetini iç tutarlılık adına sorgulaması gerekir. Fakat bunun yerine, Türkiye-AB ilişkilerinin her iki tarafına hâkim olan bakış açılarının birbirini tamamladığı; ‘Türkiye’nin AB’ye iliştirilmesi’nin, üyelik süreci ve hedefinin sahiciliği meselesinden çok daha önemli ve öncelikli olduğu görülmektedir. Genel Değerlendirme ve Sonuç Türkiye-AB ilişkileri, belirli bir süredir, -egemen medyatik söylemin aksine- Dünya ve Avrupa gerçeklerinden uzak bir şekilde ve artık birer hurafe olduğu ortaya çıkan tabuların gölgesinde seyretmektedir. Çünkü, Batıcılık prizmasının yansıttığı bir Dünya algılaması, Batı’nın küresel hegomanya stüdyolarında hazırlananların bir tercümesi olmaktan öteye geçememektedir. Batı medeniyetinin, yahut AB’nin, tartışmadan ve eleştiriden münezzeh tutularak tarihin sonunu temsil eden bir ‘evrensel ideal’ olarak tasviri; ister istemez bütün ilişkileri de, iki ayrı muhatap arasındaki doğal ve sağlıklı bir ilişki olmaktan çıkartıp, tek yanlı bağımlılık zeminine mahkûm kılmaktadır. Bu çerçevede, üyelik meselesinin, ‘cennet’ ile ‘cehennem’ tasvirlerini hatırlatan düzeyde kategorize edilmesi, yine Birliğin ustaca yürütülen Türkiye stratejisine karşı çıkmanın demokrasi ve medeniyet karşıtlığı ile özdeşleştirilmesi, AB sürecinin tabulaştırılmasının hem sebebi, hem de sonucudur. Millî duyarlılıkları ‘tabu’ olarak görüp, tabu yıkmayı marifet addeden bir anlayışın; yalnız AB hedefini değil, ilişkileri de ‘tabu’ hâline dönüştürmesinde, bu sebeple şaşıracak pek fazla yön bulunmamaktadır. Batı karşısındaki aşağılık kompleksinden neşet eden teslimiyetçilik psikolojisinin yol açtığı bu çarpık yaklaşım, son yıllarda daha sık teşhis edilen ahlâkî ve fikrî travmalara önemli bir örnek oluşturmaktadır. Türkiye-Batı/AB ilişkilerine hâkim olan bu hastalıklı yapı, ülkemizdeki siyaset ve düşünce hayatının doğasını da kendisine benzeterek yeniden şekillendirirken; üyelik meselesinin, bağımsız ve çoğulcu bir anlayışla ele alınmasını giderek imkânsızlaştırmaktadır. Daha önemlisi, Batı’dan hayli farklı tarihsel tecrübeye, millî ve manevî birikime sahip bir ülkenin farklı çıkarları ve duyarlılıkları olması gibi hem evrensel hem de masum bir gerçeklik, ters yüz edilerek karalama objesine dönüştürülmüştür. Bu süreç, AB’ci iddianın tam tersine, daha demokratik ve özgür bir ‘Türkiye’ değil; iç siyasî rekabette enerjisinin ve mesaisinin büyük bölümünü etnisite ve mezhep ayrışmasında/çatışmasında harcayan, ekonomi ve dış siyasette ise Brüksel bürokrasisinin tam denetimi altına giren bir ‘ülke’ vaat etmektedir. AB’ciliğin hurafelerle malûl olmasına rağmen medyatik itibarından herhangi bir şey kaybetmemesi de, fikrî ve ahlâkî seviyesinin göstergesi olmaktadır. Sonuç olarak, ülkemizdeki medyatik ‘Batı tahayyülü’ açısından, AB yönetimi, tıpkı IMF ve DTÖ gibi, Türk siyaseti ve düşüncesinin üst vesayet müessesi statüsündedir; bu bağlamda AB’cilik de, kuşatıcı, bağlayıcı ve toptancı niteliğiyle hayatın her alanına giderek daha fazla müdahil olan popüler ve hegomonik bir ideolojidir. Diğer bir deyişle, AB’cilik, hükümran olduğu coğrafyada alternatif yahut muhalif düşüncelerin/projelerin yeşermesine izin vermemek için direnç gösterip aşırı tepki veren, yani ‘totaliter öze’ de sahip olan bir ideolojik kimliğe bürünmüştür. (İlk yayım tarihi: Siyaset ve Toplum, Kış 2005)
|