İlişkilerin Tarihsel ve Stratejik Arkaplânına Dair Bir Giriş Türk milletinin son iki yüzyıllık modernleşme/Batılılaşma macerasında “Avrupa güzergâhı”, bazen “dönüşü olmayan yolu”, bazen de “tuzaklarla dolu bir yolu” ifâde eder. 19. yüzyıla gelindiğinde millî dinamik ve değerler merkezli yenilenme kabiliyetini büyük ölçüde kaybeden Osmanlı/Türk toplumunun arayışları ve dış tesirlere açıklığı giderek hız kazanmıştır. Bu süreç, Osmanlı Devleti’ni hâkim bürokratik ve entelektüel elitin öncülüğünde Batı medeniyetinin çekim ve câzibe alanının yörüngesine oturtmuştur. Elit içi mücadele ise, bu tercih ve eğilimin reddedilmesinden çok, benimseme ile örnek alma derecesi (yöntemleri) arasındaki farklılaşmayı ve çatışmayı yansıtır. Bu arayış ve yönelişin altında, Batı’nın özellikle 17. yüzyıldan itibaren ekonomik ve askerî üstünlüğü ele geçirmesi, özünde ise dünyanın yenilikçi önderlik vasfını kazanması yatmaktadır. Batı’nın 19. yüzyıldan itibaren nihaî hedefi ve mücadelesi, üstün medeniyet tasavvuruna dayalı kibir ve özgüvenden beslenen dünya hâkimiyet normları ve stratejileri geliştirip uygulamaya odaklanmıştır. Batı dünyasında zaman zaman yaşanan iç gerilim ve çatışmalar bu küresel vizyonu ve misyonu gölgelemiş, fakat yok etmemiştir. 19. yüzyılın, klâsik emperyalizmin altın çağı olmasının en kısa özetini bu şekilde yapmak mümkündür.1 20. yüzyılın ilk yarısına sığan iki büyük dünya savaşının son tahlilde klâsik emperyalizm çağının lider devletleri arasında bir iç hesaplaşmayı ifâde etmesi, Batı içindeki eksen kaymasının da milâdını oluşturmaktadır. Avrupa kıtası iç barışı temine ve güç toplamaya odaklanırken, Amerika Batı’nın önderliğini tamamen ele geçirmiştir. Türkiye’nin bu süreçteki küresel konumu ise, bir yandan Batı dünyası içindeki bu fay hatlarının, diğer yandan da Batı ile Doğu arasındaki ayrışma ve çatışmanın tam merkezinde yer almaktadır. Ülkemizin bu zorlu ve özgün konumunun, görünür gelecekte de başını ağrıtmaya aday en hayatî konu olacağı muhakkaktır. Bilindiği gibi, II. Dünya Savaşı’yla yeniden şekillenen küresel sistemde Batı dünyasının NATO’nun yanındaki ikinci büyük organizasyonunu Avrupa Topluluğu (Avrupa Birliği) oluşturur. İlki daha çok askerî ve ABD merkezli, diğeri ise ekonomik temele dayalı ve Fransa-Almanya merkezli olan bu iki uluslararası organizasyon, 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran iki kutuplu dünyada belli başlı küresel aktörler olarak yerlerini almıştır. Türkiye’nin her iki kuruluşla da girdiği münâsebetlerin başlangıcı 1950’li yıllara dayanır ve “Komünist Blok” karşısında Batı’nın yanında açık bir tavır alışını yansıtır. “Yeni Dünya Düzeni” arayışlarının hız kazandığı 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca da bu temel tercih önemini korumuştur. Türkiye’nin yeni küresel denklemlerin dışında kalmama isteği ile ekonomik ve toplumsal varlığını istikrarsız bir coğrafyada idame ettirme zorunluluğu, Batı’yla olan kurumsal ilişkilerini geliştirme ihtiyacını sürekli hissetmesine yol açmıştır. Son yarım yüzyıllık süreçte Batı Avrupa’nın kendi iç yaralarını sarma amacıyla şekillenen Avrupa Topluluğu, zamanla işbirliği ağlarının genişletilmesi ve üst-birliğin sağlamlaştırılması merhalelerini katetmiştir. Günümüzde ise, Avrupa Birliği’nin (AB’nin) birbiriyle bağlantılı üç stratejik hedefi ve gündemi bulunmaktadır. Birincisi, yeni üyeleri biran önce eritip genişleme sürecini başarıyla tamamlayarak Avrupa kıtasının ekonomik ve demografik imkânlarını büyük bir kolektif güce dönüştürmektir. İkincisi, ortak dış politika ve güvenlik mekanizmasını takviye edip kıtalararası askerî operasyon yapma yeteneğine kavuşmaktır. Üçüncüsü ise, kendi iç çelişki ve çatışmalarını olabildiğince asgarîye indirerek küresel ölçekte söz ve etki sahibi bir siyasî yapı ve kimlik kazanmaktır. Bütün bunların en önemli anlamı/sonucu, AB’nin önce ABD daha sonra da dünya karşısında rüştünü ispat etmesidir. Böylelikle “küresel aktör” sıfatını lâyıkıyla taşıyacak bir Avrupa Birliği, bölgesel krizlerde doğrudan müdâhil olabilecek, enerji bölgelerinde ağırlığını daha hızlı hissettirebilecektir. İşte, ülkemizin Avrupa Birliği hâkim eliti karşısındaki gerçek değeri, bu stratejik yapılanma ve hedeflerdeki muhtemel katkılarıyla sınırlıdır. Türkiye-AB ilişkilerinin son zamanlarda yeniden ısınmasını da yukarıdaki üç noktaya endeksli olarak mütalâa etmek gerekir. Türkiye’nin hiçbir zaman doğal/normal bir “aday ülke” (muhtemel ortak) olarak algılanmamasının bir başka sebebi, Türk milleti ve devleti hakkındaki olumsuz önyargı ve cehaletin Batı dünyasında kapanması çok zor derin izlere sahip olmasıdır. Görüldüğü üzere, Türkiye-AB ilişkilerinde, stratejik hedef ve çıkarlar AB yönetici elitinin, tarihî ve dinî önyargılar ise Avrupa toplumlarının perspektif önceliğini ifâde etmektedir. Ülkemizde AB hedefine ve üyelik sürecine bir de bu pencereden bakamayanların meseleyi bütün boyutlarıyla kavraması imkânsızdır. Israrla bakmak istemeyenlerin durumu ise, çok daha farklı ve vahimdir. Onların, millî vicdan ve tarih nezdindeki yerleri, AB yönetiminin Türkiye’deki lejyonerleri veya bilinçli Türkiye ve Türklük düşmanları olmaktan öteye geçemeyecektir. AB Gerçeği Karşısında Türkiye’deki AB Söylemi: Üyelik Perspektifinin Tabulaştırılması Ülkemiz, özellikle 2000'li yılların başında eşine dünyada az rastlanır “psikolojik harp” yöntemleriyle millî hassasiyetlerin köreltilmesi faaliyetlerine sahne olmaktadır. En başta medya-sermaye işbirliğinin ürünü olan iyi tanzim edilmiş haber-yorumlarla tek yanlı ve yoğun bir AB propagandası gündemi sürekli işgal etmekte ve beyinler şartlandırılmaktadır. AB hedefi, giderek üzerinde tartışma götürmeyecek bir kutsallık mertebesine yükseltildiği için eleştiri yöneltenlerin, en hafif cezası(!) “çağdaş dünyadan aforoz edilme” olmaktadır. Sonuçta teslimiyetçilik, Türk toplumuna, ülkemizi ısrarla davet eden bir “yeryüzü cenneti” durumundaki AB’ye girmek için Türkiye’nin tek taraflı olarak yerine getirmesi gereken makûl “ev ödevleri” olarak takdim edilmektedir. Bunun karşılığında ise, gerçekler yerinde durmakta, demokrasi ve insan hakları makyajlı AB çığırtkanlığı totaliter bir dayatmaya dönüşmektedir. Yine, AB düşkünlüğü ve bağımlılığı ileri düzeylere varan unsurların ahlâkî ve siyasî zaafları giderek büyüyen bir tehdit oluşturmaktadır. Zaten bu çevrelerin Türk milletini ikna etmek ve Türk siyasetini emellerinin taşeronu haline dönüştürmek amacıyla kullandıkları belli başlı argümanlar da temelden sakattır. Başka bir deyişle, AB savunucularının AB propagandası iç tutarlılıktan dahi yoksundur. Ancak, medya, sermaye ve üniversite bünyesindeki birçok unsurun AB hizmetkârlığında yarış içinde olması, meselenin bütün boyutlarıyla sağlıklı bir zeminde tartışılmasını engellemektedir. AKP yönetimi ve iktidarı başta olmak üzere, AB misyonerliği ve lejyonerliğine soyunmuş birçok çevrenin meseleyi bütün boyutlarıyla idrak ettiğini söylemek de imkânsızdır. Çünkü, ülkemizdeki AB bağımlısı teslimiyetçi unsurların vaazlarında yer eden ve sürekli tekrarlanan ortak savunma ve propaganda söylemleri, duyarsızlıkları, çelişkileri ve cehaleti açığa vurmaktadır. Türkiye-AB ilişkilerinde sık sık gündeme gelen ve millî-gerçekçi bakış açısını karalamak amacıyla kullanılan birbiriyle bağlantılı bu üç AB’ci tezi şöyle özetlemek mümkündür: 1) Türkiye’deki insan hakları mevzuatındaki yetersizlikler ve ihlâller had safhadadır. Dolayısıyla, “insan hakları ve demokrasinin Kâbesi” olan AB’ye girmek için, talep edilen her şart sorgulanmadan mutlaka yerine getirilmelidir. Çünkü, Türkiye’nin medenî ve demokrat bir ülke olması buna bağlıdır. 2) Türkiye, aslında kendi kendisini yönetmekten ve ekonomisini düzlüğe çıkartmaktan âciz bir ülkedir. Zâten AB’ye üye olan her ülke çok çabuk kalkınmış olduğuna göre, Türkiye’nin AB dışında kalması kaosa yol açacak, üyeliği ise kurtuluşu anlamına gelecektir. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB’den başka herhangi bir seçeneği ve çaresi bulunmamaktadır. 3) AB yönetimi, Türkiye’ye karşı hiçbir ayrımcılık yapmayıp diğer üyelere uyguladığı kuralları uygulamakta ve Türkiye “ev ödevleri”ni büyük bir itina ile yerine getirdiğinde üye olmaması için başka bir sebep bulunmamaktadır. Başka bir deyişle, AB’ye girişin yegâne anahtarı olan “objektif” üyelik kriterleri bellidir ve üye olmak isteyen Türkiye olduğuna göre bunları mutlaka yerine getirmek zorundadır. Bunun için, Türkiye’nin stratejik önemi ve coğrafyası öne sürülerek (gerekçe gösterilerek) AB yönetiminden “özel ilgi” talep edilmesi veya “pazarlık” yapılması sâdece anlamsız değil, aynı zamanda temelsizdir. Teslimiyetçiliğin siyasî ve entelektüel temsilcilerine göre, Türkiye’nin hassasiyetlerini ileri sürenler AB üyeliğini bilinçli olarak engellemek isteyen AB karşıtları ve statükoculardan başkaları değildir. Üç başlıkta topladığımız bir kısmı abartılı, bir kısmı da gerçek dışı olan bu iddia ve eleştiriler, ülkemizdeki teslimiyetçiliğin popüler ve ideolojik söylemlerini özetlemektedir. Teslimiyetçi unsurların değişim, çağdaşlık ve demokrasi nakaratlarıyla da süsledikleri bu AB vaazları, hemen her gün TV ekranlarından, gazete köşelerinden, bazı üniversite kürsülerinden, AKP iktidarı ve yönetiminin dilinden topluma şırınga edilmektedir. Böyle bir ortamda, AB’ye eleştirel yaklaşmak veya karşı çıkmak her babayiğidin harcı olamamaktadır. Çünkü, zihinler işgal edilip allak bullak edildiği için, AB konusuna gerçekçi veya eleştirel bakmak, sâdece demokrasiye ve değişime direnmeyi değil, toplumun genel talebine ve refah özlemine karşı çıkmayı da içerecek şekilde “suç”lanabilmektedir. Oysa, ne Türkiye-AB ilişkilerindeki gerçekler, ne de AB bünyesindeki gelişmeler, ülkemizdeki teslimiyetçi jargon ile aynı dili konuşmaktadır. Yukarıda özetlenen popüler AB’ci vaazların bir kısmı çağdaş hurafeyi, diğer bir kısmı da gerçeklerin çarpıtılmış özel yorumunu yansıtmaktadır. Ayrıca, AB konusunu özellikle demokrasi ve insan hakları bakımından önemsedikleri iddiasında olanların, standartlaştırılmış tek tip Avrupa yapısı ve kimliği inşa etmeyi öngören “AB Anayasası” çalışmalarını, demokrasi ve çoğulculuk ilkeleri bağlamında bile doğru dürüst dert edinmedikleri dikkat çekmektedir. Bu entelektüel suskunluk aslında, Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin bir ürünü olan Türkiye’yi hâkir görme düşüncesi yanında, AB’ye tâbi olma psikolojisinin boyutlarına da işaret etmektedir. Görüldüğü gibi, AB’nin hem iç yapısına hem de yeni üyelik süreçlerine bakıldığında, ülkemizdeki propagandanın kasıtlı ve yanlış bir AB tasvirine dayandığı, dolayısıyla adı konmamış bir “psikolojik harbin” yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerle, meydan, körü körüne imân etmiş AB vaizleri ile bilinçli ve sistematik faaliyet yürüten AB lejyonerlerine kalmaktadır. Bunun sonucunda ülkemizde sağlıklı ve gerçekçi bir üyelik perspektifi ile seviyeli ve çoğulcu tartışma zemininden söz edilememektedir. Her şeyden önce vurgulamak gerekir ki, Türkiye’deki AB’ci söylemleri, yine “yeryüzü cenneti” gibi tasvir ettikleri AB gerçeği yalanlamaktadır. Türkiye’de AB yönetiminin siyasî ve entelektüel taşeronluğuna soyunanların hiçbir temel iddiası bu zamana kadar doğrulanmamıştır. Ayrıca AB müptelâlarının Birlik yönetiminden her açıdan emin ve müsterih olmalarının hiçbir mantıklı izahı yoktur. Günümüzden 8-10 yıl önce 2000 yılında, 4 yıl önce de 2004 yılında Türkiye’nin AB’ye tam üye olabileceğinin iddia edildiği hatırlardadır. 2000 yılını telâffuz eden Mesut Yılmaz, 2004 yılını telâffuz eden ise Bülent Ecevit’tir. Daha sonra, 2002 yılının Ağustos ayı başında, “AB’ye uyum” paketinin yasalaşmasıyla aynı yılın Aralık ayındaki Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi verileceğinin iddia edildiği bilinmektedir. İddianın sahipleri de, zamanın AB siyasî taşeronları ile büyük sermaye-medya güdümlü lobilerdir. Bu iddiaya seçimlerin hemen akabinde AKP yönetimi ve iktidarının “mal bulmuş mağribî” gibi sevinip sahiplendiği hafızalardaki canlılığını korumaktadır. Ancak, Türk toplumunun geçim sıkıntısı ve hafıza zayıflığı çok iyi kullanıldığı için geçmiş unutturulmuş, AB’den müzakere tarihi alma hevesi 2004 yılı sonuna odaklanmıştır. Bugün, 2004 yılı sonunda müzakerelere başlanacağı umut edilmektedir. Sâdece umut edilmekle de kalınmamakta, millî bütünlüğümüzü ve üniter devlet yapımızı tarûmar edebilecek yasal düzenlemeler bu heves uğruna ardarda çıkartılmaktadır. AB lobisinin ve hayâlinin büyüsüne kapılan TBMM’nin düşündürücü ve üzücü hâli millî vicdanı kanatan bir görünüm arzetmektedir. Kısacası, sürekli yenilenen üyelik ve müzakere tarihleri, her seferinde geçmişi yok farzeden kampanyalar ve AB zirveleri öncesinde altın tepsi içinde sunulan tavizler, Türkiye-AB ilişkilerindeki trajedinin ilk perdesini yansıtmaktadır. Teslimiyetçi lobinin, Türkiye’nin özel durumunu ve hassasiyetlerini bahane ederek ayrıcalık talep edemeyeceğine dair söylemi de, en hafifinden AB yönetiminin gönüllü avukatlığını yansıtmaktadır. AB bünyesindeki birçok tartışmalı konuda üyeler arasında farklı politikalara şâhit olunduğu gibi, özel ayrıcalık anlamında çeşitli uygulamalara da rastlanmaktadır. Meselâ, Katolik İrlanda’da 1983 yılında yapılan halkoylaması sonucunda kürtajın bütünüyle yasaklanması kararı bir hüküm olarak İrlanda Anayasası’na eklenmiştir. İrlanda Başbakanı C. Haughey 1991 yılında AB’yi kuran Maastrich Antlaşması’na muhtemel bir müdâhaleyi engellemek amacıyla istisnaî bir hüküm koydurarak, AB mevzuatının İrlanda Anayasası’nın kürtajla ilgili maddesinin (40.3.3) uygulamasını etkilemeyeceğini kayıtlara geçirtmiştir. Bu çok önemli özel uygulamanın dışında, AB üyesi ülkelerde çeşitli uluslararası sözleşmelere konulan çekinceler açısından ciddî farklılıklar mevcuttur. Yine, İngiltere’nin kendi ekonomisini ve toplumsal duyarlılıklarını gerekçe göstererek Avrupa ortak para biriminin (Euro’nun) hâlâ dışında kalıyor olması, önemli bir istisnaî duruma işaret etmektedir. İspanya’nın ayrılıkçı terörü kınamadığı için Bask Bölgesinde faaliyette olan bir siyasî partiyi kapatması ve son olarak da bu partinin AB yönetimince terörle mücadele listesine konması, Türkiye’deki AB propagandasının tek yanlı tanzim edilip gerçeklerin gizlendiğine ilişkin iyi bir örnek oluşturmaktadır. Maalesef, bu husus bile Türk kamuoyunun ilgisi ve bilgisinden ısrarla kaçırılmaya devam edilmektedir. Verdiğimiz bu örnekler ve hatırlatmalar, AB madalyonunun diğer yüzüne dikkat çekmesi ve ülkemizdeki AB misyonerlerinin temel iddialarını çürütmesi bakımından çok önemlidir. Bunlara, AB’nin müstakbel üyesi Macaristan’ın insan hakları uygulamalarındaki eksikler ile Polonya’nın tarım topraklarının yabancılara satışını sınırlandırma konusunda yaptığı sıkı pazarlıkları eklemek gerekir. Dolayısıyla, bütün bu AB gerçeklerinin küçümsenmeleri ya da hasıraltı edilmeleri, ancak kasıtlı ve kötüniyetli bir gayretin varlığını gösterir. Aynı şekilde, ülkemizin jeokültürel ve jeopolitik konumu gündeme getirildiğinde ya da coğrafyası ve tarihinden kaynaklanan zorlukların dikkate alınması talep edildiğinde, AB misyoner ve lejyonerleri hemen durumdan vazife çıkartarak Türkiye’nin önüne dikilmektedir. AB teslimiyetçiliğinin siyasî ve entelektüel temsilcilerine göre, Türkiye’nin zorlu ve hassas konumu statükocuların ve AB karşıtlarının sürekli abartıp kullandığı bir iddia olduğu için, AB yönetiminin huzuruna bu gerekçelerle çıkmak câiz değildir. Bu bakış açısı, öncelikle Türkiye’nin AB üyeliğini temin etmekten çok, “terbiye etmek” düşüncesinin bir ürünüdür. Zâten bu tür AB vaazlarını, yine AB misyonerlerinin kendileri inkâr etmiştir. Özellikle ABD’nin Irak Savaşı sırasında ve sonrasında “Batı dünyası içindeki ayrışma karşısında AB yönetimi Türkiye’nin önemini kavradı” diyenlerin sayısı artmaya başlamıştır. Bunlara göre, AB’nin stratejik ve askerî zaafları Irak Savaşı’nda bir kez daha ortaya çıkmış, bu da jeopolitik konumu ve askerî gücü sebebiyle Türkiye’yi tekrar önemli bir ülke hâline getirmiştir. Demek ki, jeopolitik konum ve stratejik rol bir ülkenin değerini ve ağırlığını artırabilmektedir. AB yönetimi karşında “Jeopolitik konum ‘pazarlık kozu’ olarak ileri sürülemez” diyenlerin, “Irak Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin önemi arttı” veya “AB Türkiye’ye sıcak mesajlar göndermeye başladı” demesi, her şeyden evvel bâriz bir çelişkiyi yansıtmaktadır. İkinci olarak da, küresel dengelerin ve stratejik hamlelerin üyelik sürecinde bir karşılığının bulunduğunu teyit etmektedir. AB hayranlığı kara sevdaya dönüşenler, geldikleri bu noktayı da irdelemek zorundadırlar. Türkiye-AB ilişkilerinde dikkate alınmayan bir başka önemli “AB gerçeği” daha vardır. Bu, AB’nin 2000 yılında yapılan Nice Zirvesi’nde kararlaştırılan genişleme stratejisi ve takviminde, 1999 yılında adaylığı resmîleşen Türkiye’nin niçin yer almadığı konusudur. 2004 yılında Malta ve Kıbrıs Rum kesimi dahil ilk büyük genişleme dalgasının karara bağlandığı, 2007 yılındaki ikinci genişleme dalgasında da Romanya ve Bulgaristan’ın üyeliğinin öngörüldüğü Nice Zirvesi sonuçları ortadadır. AB yönetimi, Romanya ve Bulgaristan’ın bütün kriterleri yerine getireceğinden emin olup Türkiye’den emin olamadığı için mi adını dahi zikretmeye gerek görmemiştir Bu durum, Türkiye’ye uygulanan çifte standart ve iki yüzlülük değilse nedir Türkiye-AB ilişkilerinde son yıllarda yaşanan tartışma ve gelişmeler çıplak gözle bakıldığında bu şekilde görülmektedir. AB gerçeğini ve üyelik perspektifini tek taraflı olarak bir “imân alanı” hâline getiren ülkemizdeki AB bağımlıları ise, bütün bu gelişmeleri ve kendi iç çelişkilerini görmezden gelerek meseleye akıl almaz bir duyarsızlıkla yaklaşmayı sürdürmektedir. Tek taraflı bağımlılık, ilişkilerin diğer tarafına karşı körleşme ve kendi ülkesini sürekli hâkir görmeyi beraberinde getirmekte, AB meselesinin doğru anlaşılması ve tartışılmasının zeminini yok etmektedir. Bu da Birlik yönetiminin Türkiye’ye uyguladığı “üçüncü sınıf adaylık muamelesi”nin bir lütûf olarak algılanmasına hizmet etmektedir. Üyelik sürecinde AB noterine dönüştürülen TBMM’den “BM İkiz Sözleşmeleri”nin hemen ardından 6. Uyum Paketi’nin geçirilmesi ve sırada diğerlerinin bulunması, AB’ye imân ve itaatin ulaştığı en üst mertebenin yanı sıra, millî ve üniter devlete duyulan nefreti de ortaya koymaktadır. AB gerçekleri karşısındaki böyle bir Türkiye tablosu, hiç şüphesiz AB üyelik sürecinin tabulaştırılması, teslimiyetçiliğin kutsallaştırılması ve millî hassasiyetlerin körelmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin millî varlığı ve değerlerini hızla tahrip ederek kendi mezarını kazan bir ülke konumuna düşmekten kurtulamayacağı açıktır. AKP İktidarının AB Yaklaşımı Ya da ANAP’tan Devralınan Teslimiyetçilik Misyonu 3 Kasım seçimlerinden bu yana yaşanan gelişmeler, AKP yönetimi ve iktidarının ülkemizdeki “AB kumpası ve kampanyası”nın gönüllü ve arzulu bir parçası hâline çok çabuk dönüştüğünü göstermektedir. AKP’nin “yıldırım AB aşkı” oldukça dikkat çekicidir ve tabiî ki mercek altına alınması bir zarurettir. AB havariliğinin siyasî bayraktarlığını ANAP ve Mesut Yılmaz’ın elinden 3 Kasım seçimlerinden itibaren AKP yönetimi ve iktidarının devraldığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hatta AKP’nin ANAP’ı bile kıskandıracak iştah ve acelecilik ile konuyu sahiplendiği dikkati çekmektedir. AKP yönetimi ve iktidarının ülkemizin AB sürecindeki kırılma noktalarının başında gelen Kıbrıs konusundaki duyarsız ve ilgisiz yaklaşımları, AB treninin kaçırılmaması söylemleri ve AB üyeliğinin yegâne kurtuluş yolu olarak takdim etmeleri artık ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Tayyip Erdoğan ve AKP’deki bu ürkütücü değişim, bir taraftan ANAP’ı ve Mesut Yılmaz’ı hatırlatırken, diğer taraftan mevcut iktidarın AB yönetiminin siyasî taşeronu hâline gelişini tescil etmektedir. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın seçimlerin hemen ardından daha önce verilmiş sözleri olduğunu itiraf edercesine Kıbrıs meselesinde “Belçika modeli”den söz etmesi, daha işin en başındayken konuyu tamamen AB yönetiminin inisiyatifine ve icâzetine havale ettiğini açıkça göstermiştir. Rauf Denktaş karşısında geliştirdikleri dışlayıcı ve ilgisiz tavırlar da dikkate alındığında, Kıbrıs’ta milî duyarlılıktan uzak millî dâvâ konseptinden habersiz olan AKP iktidarının her türlü millî değeri ve hassasiyeti peşkeş çekmeye hazır olduğu anlaşılmaktadır. Zira AB saplantısı ve bağımlılığı had safhaya ulaşan AKP’nin mucidi olduğu “çözümsüzlük çözüm değildir” klişesi, millî dâvâ alerjilerinin derecesini özetlemek için yeterli bir delildir. Kısacası, 3 Kasım öncesinin AB çığırtkanı ANAP ve Mesut Yılmaz’ın politika ve söylemlerinin yeni mirasçısı AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. Bu durumun ilk somut göstergesi, Mesut Yılmaz gibi Tayyip Erdoğan’ın bir hedefinin de millî dâvâmız Kıbrıs ve Rauf Denktaş olmasıdır. Mesut Yılmaz bu konuda şunları söylemektedir: “Kıbrıs konusunda Avrupa’nın kabul edebileceği parametreler içinde, uluslararası çerçeveye uygun bir öneri paketi hazırlayıp bunu hızla anlatmamız lâzım. Denktaş, Türkiye’ye yardımcı olmak istiyorsa daha uzlaşmacı davranması lâzım.”2 Tayyip Erdoğan’ın terennüm etmekten zevk aldığı “çözümsüzlük çözüm değildir” sloganı ile Avrupa başkentlerinde yaptığı gezilerde Kıbrıs’ı pazarlama gayretleri hâfızalardaki yerini korumaktadır. Bu açıdan Mesut Yılmaz’dan birkaç gömlek ileride olan Tayyip Erdoğan, Rauf Denktaş’a atfen masadan kaçmamak gerektiğini bile söylemekten çekinmemiştir.3 Kıbrıs’ın ve Rauf Denktaş’ın Türkiye’nin önünde engel olduğu fikrinin esas sahiplerinin eski AB büyükelçisi Karen Fogg ile AB yöneticisi Günter Verheugen olduğu düşünüldüğünde, önce Mesut Yılmaz’ın, hemen ardından da Tayyip Erdoğan’ın teslimiyetçi çizginin sadık izleyicisi oldukları çok daha iyi anlaşılmaktadır. AKP yönetimi ve iktidarının, Kıbrıs Türklüğü’nün egemenlik ve eşitlik haklarının savunucusu Rauf Denktaş ile Türkiye’nin engelli AB yolu arasında ısrarla bağ kurmaya çalışması, ister istemez birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir. Tayyip Erdoğan’ın 9 Mayıs 2003 tarihinde Kıbrıs’a yaptığı ziyaretin, Yunanistan Başbakanı Simitis’in Rum kesimine giderek “dolaylı ENOSİS’i gerçekleştirdik” küstahlığının arkasından gündeme gelmesi, aslında AKP’nin Kıbrıs duyarsızlığının tescilinden başka bir şey değildir. Çünkü, Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs gezisi sâdece sonuçları bakımından değil, ziyaret düşüncesi açısından da AB saplantısını yansıtmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs’a Rauf Denktaş’ın kendisine yazdığı 13 Nisan 2002 tarihli sitem ve uyarı yüklü mektubun ardından gitme zahmetine katlandığı unutulmamalıdır. AKP iktidarının, ANAP’ın AB havariliği mirasını büyük bir memnuniyet ve iştahla devralıp sahiplenmesi, Rum-Yunan ittifakının AB üzerinden geliştirdiği Türkiye politikasını uygulamasına çok elverişli bir zemin ve fırsat yaratmıştır. Çünkü, Türkiye’deki lobinin millî duyarlılığı ve refleksi köreltmesine iktidarın millî zaafları eklendiği için Rum-Yunan ittifakının meydanı boş bularak çıkarlarını maksimize etmesi kolaylaşmaktadır. Yunan Hükümeti üyelerinin sık sık yaptığı Türkiye’yi suçlayıcı ve küçük düşürücü açıklamalar, konunun hangi boyutlara taşındığını ortaya koymaktadır. Bu tür demeçlerin en son örneklerinden birinde Yunan Başbakanı Kostas Simitis, “Türkiye’nin askerî yönetimi ve Ankara’daki kurulu düzeniyle saldırgan bir tavır sergilediğini, ancak Atina sâyesinde doğru yola girdiğini iddia etme”4 cüretini ve küstahlığını gösterebilmiştir. Bu tavırlar, AKP’nin Denktaş, Ordu, millî onur ve kimlik karşıtı duruşunun, Rum-Yunan ittifakını şımartmaya ve cesaretlendirmeye hizmet ettiğini teyit eden gelişmelerdir.5 3 Kasım öncesi ve sonrasında teslimiyetçi lobilerin “siyasî taşeronları” durumunda olan ANAP ve AKP’nin Kıbrıs’ın yaklaşımları gibi, AB hedefini ve üyeliğini topluma takdim etme biçimleri de birbirinin tekrarıdır. ANAP eski lideri ve AB’den sorumlu Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Aralık 2002 tarihindeki Kopenhag Zirvesi’nde AB’ye tam üyelik için müzakere tarihi almanın şart olduğunu söyledikten sonra; “Avrupa trenini kaçırırsak 10 yıl sonra ulusal bütünlüğümüz tehlikeye girebilir. Bunları çözmek için son 2 ayımız var”6 diyerek Türkiye’ye AB yönetimi adına aba altından sopa göstermeyi ihmal etmemiştir. Mesut Yılmaz’ın halefi Tayyip Erdoğan ise, 3 Haziran 2003 tarihli Meclis Grup toplantısında; “Türkiye’nin AB’ye üyeliğine yönelik adımları engellemeye dönük çıkışlar bulunmaktadır. Bu çıkışların çocuklarımızın geleceğine zarar vereceğini unutmamalıyız. AB’ye üyeliğimiz, demokrasimizin gücünden ekonomimize, ülkemizin rekabet gücünden güvenliğimize kadar her alanla ilgili zorunlu bir süreçtir” fetvasını vermiştir.7 Tayyip Erdoğan’ın selefi Mesut Yılmaz 1 Mayıs 2002 tarihli Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada da, “Türkiye’yi AB bütünleşmesinin dışında tutmanın Türk milletine ve Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülük olduğunu” iddia etmiştir.8 AKP Hükümeti’nin sözcüsü Cemil Çiçek ise iki genel başkanla yarış hâlindedir. O’na göre, “Türkiye’nin orta ve uzun vadede siyasî ve ekonomik istikrarı önem göstermektedir. Bu da büyük ölçüde AB’ye bağlıdır.”9 Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de AB’yi yüceltme yarışına büyük bir hevesle katılmaktadır. Abdullah Gül TBMM’de yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin AB konusunda dönüşü olmayan bir yolda olduğunu” buyurmuştur.10 Bu tablo karşısında, AKP iktidarının AB lobisinin siyasî taşeronu rolünü üstlendiğini, bilinçaltlarında millî devlet ve Türklük ile problemli noktaların bulunduğunu ifâde etmek kaçınılmaz olmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın en son olarak terennüm etmeye başladığı “anayasal vatandaşlığı kutsama” mealindek sözleri de bu bilinçaltının bir başka tezahürüdür. AKP yönetiminin AB düşkünlüğü ve aceleciliği ile, Türkiye’yi mi yoksa kendilerini mi “hidayete erdirmek” istedikleri tartışmasında, ibrenin kendilerinden yana olduğu açıkça görülmektedir. Yine, Kıbrıs meselesinde en büyük suçlu ve sorumlu, tarihî ve sosyolojik gerçeklere uygun hakkaniyetli bir çözümden yana dürüstçe tavır koyamayan BM ve AB yönetimleri iken; Rauf Denktaş ile millî Kıbrıs politikasını ısrarla suçlu ve sorumlu göstermenin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. AKP iktidarı, AB yönetiminden müzakere tarihi almak için çırpınırken de büyük bir çelişki ve kandırmacanın içindedir. Çünkü ortada, bir yandan müzakere tarihi alabilmek için birçok “uyum paketi”ni yasalaştırmak amacıyla TBMM’yi teslimiyetçi hükümetin “noter”i hâline dönüştüren, diğer yandan Aralık 2002’de Avrupa başkentlerine turne düzenleyip, müzakere tarihi bekleyen iki farklı Tayyip Erdoğan ve AKP gerçeği bulunmaktadır. Aralık 2002’de müzakere tarihi için yapılanları yeterli gören ve “tarih almak ülkemizin hakkıdır” diyen Tayyip Erdoğan, ne olmuştur da Haziran 2003 tarihinde aynı Türkiye’yi eksik görüp yangından mal kaçırır gibi uyum paketleri çıkartmıştır Diğer bir deyişle, İkiz Sözleşmeleri ve uyum paketlerini ardı ardına AB yönetimine hediye eden Erdoğan ve Hükümeti, 12-13 Aralık 2002 tarihli Kopenhag Zirvesi öncesinde “müzakere tarihi Türkiye’nin hakkıdır” derken başka bir galakside yaşıyor, başka bir ülkenin temsilciliğini mi yapıyordu Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Aralık 2002’deki Tayyip Erdoğan ve AKP mi, yoksa Haziran 2003’teki Tayyip Erdoğan ve AKP mi milleti kandırmıştır Bu soruların cevapları verilemediği sürece, AKP yönetimi ve iktidarının sadece AB cehaleti ve cambazlığı değil; millî ve üniter devlet alerjilerinin plânlı bir düşmanlık olup olmadığı da giderek daha fazla sorgulanacaktır. Çünkü, 2004 yılı sonunda müzakere tarihi alma ümidiyle ülkenin millî hassasiyetlerine ve haklarına sahip çıkmayı zül kabul etmek, ancak AB yönetimine sığınarak Türkiye içi hesaplaşmada mevziî kazanmak isteyen mandacı zihniyetin eseri olabilir. Sonuç: Teslimiyetçilik ve Türkiye’nin Tasfiyesi AB sürecini bir “varoluş-yokoluş sendromu” hâline dönüştürüp teslimiyetçilik cenderesini daraltmak anlamına gelen politika ve söylemler, bugün ülkemizin önündeki en önemli siyasî ve ahlâkî sorunlardan birini oluşturmaktadır. AB üyelik süreci ve hedefi misyoner bir ruhla veya lejyoner bir anlayışla ele alındığında, Türkiye’nin millî bütünlüğü ve üniter devlet yapısının gözden çıkartıldığına hükmetmekten başka bir yol kalmamaktadır. Medya-sermaye dayanışması ile onun siyasî uzantılarının AB konusunu Türk toplumuna “yeryüzü cenneti”ne girme anlamında “kutsal bir hedef” olarak takdim etmesi, AB gerçeğinin çok yönlü bir şekilde tahlilini engellediği gibi, “gönüllü teslimiyetin” çok doğal ve sıradan bir tavır olarak algılanmasına yol açmaktadır. Bunun için, AB’den tarih alıp müzakerelere başlamanın da herhangi bir anlamı ve değeri yoktur. AB hedefi ve üyeliğini kutsallaştıran bir siyasî zihniyetin Birlik yönetimiyle ne adına ve ne için müzakere yürüteceği, nasıl pazarlık yapacağı sorusu, üzerinde çok yönlü düşünmeyi gerektirecek kadar hayatîdir. 3 Kasım’dan sonra “millî görüş gömleği”ni çıkartıp ANAP’ın AB misyonerliği elbisesini giyen AKP iktidarı, ne yazık ki Türkiye içi hesaplaşma adımlarında da AB sürecini kullanmanın gayreti içindedir. AB yönetimi de, tıpkı Rum ve Yunan hükümetleri gibi, Birliğin politikalarına teşni olan AKP iktidarını bulunmaz Türkiye partneri ve siyasî taşeronu olarak algıladığını artık gizleme ihtiyacı bile duymamaktadır. Ancak, Türkiye-AB ilişkilerini gerek “tüccar siyasetçi mantığıyla” gerekse “mahkûmiyet ve mecburiyet psikolojisiyle” yürütmenin maliyeti giderek ağırlaşmaktadır. Ülkemizdeki lobici unsurların ve siyasî iktidarın bu yaklaşımları değişmediği takdirde, “Türkiye’ye özel Kopenhag siyasî kriterleri”nin “Yeni Sevr”e dönüşme tehlikesi gerçeğe dönüşecektir. AB sürecinin Türkiye Cumhuriyeti’nin altını oyma projesine dönüşmemesi; Birlik yönetimini gerçek niyetini deşifre etmeye zorlamak başta olmak üzere, Türk milleti ve devletinin göstereceği duyarlı ve dirayetli politikalara bağlıdır. Hiç şüphe yok ki, Türkiyemizi bütün millî sembolleri ve hassasiyetleri ile sahiplenme bilinci ve kararlılığı, temel bir vatanseverlik erdemi ve demokratik bir tavırdır. Bunun aksi bir yaklaşımın küreselleşme ve çağdaşlık ambalajı ile süslenip çığırtkanlığının yapılması ise, Türkiye’nin ve Türk milletinin dostlarına değil, bilâkis en tehlikeli düşmanlarına mahsus bir duruşu ifâde eder. Hiçbir millî süzgeçten geçirilmeden Türk hukuk sisteminin koynuna sokulan “BM İkiz Sözleşmeleri” ile “AB’ye uyum makyajlı millî ve üniter devleti çökertme paketleri”nin ardarda yasalaştırılması, aslında ülkemizin sürüklendiği tehlikeli yol ayrımını göstermektedir. Üniter yapısından bağımsızlığına, dilinden dinine, onurundan çıkarlarına, millî kimlik ve kişiliğini oluşturan bütün temel değerlerinde ve iddialarında sürekli geri adım attırılan, hatta kendi elleriyle kendi millî varlığı ve geleceği tasfiye ettirilen bir Türkiye’nin yalnızca Gümrük Birliği’ni değil, AB üyelik hedefi ve sürecini de ciddî biçimde tartışıp gözden geçirmesi kaçınılmazdır. Ülke yönetiminde söz ve yetki sahibi bütün kişi ve kurumların meselenin vahametini ve âciliyetini bir de bu açıdan değerlendirmeleri gerekmektedir. Ayrıca, AB’nin yapısının ve geleceğinin tartışıldığı, üçüncü sınıf aday ülke muamelesinin hâkim olduğu ilişki zemininde Birliğe üyelik hedefinin “jeopolitik zorunluluk” olarak sunulması, “jeopolitik zaafiyet” olarak algılanmaktan başka bir sonuç doğurmamaktadır. Kısacası, Türkiye-AB ilişkilerindeki kritik dönemeç, yalnızca yeni ve tehlikeli safhaya girildiğini göstermemekte, aynı zamanda millî duruş ve duyarlılık açısından tavırların netleşmesini zorunlu kılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, teslimiyetçiliğin kutsallaştırılmasının bir adım sonrası, “Türkiye’nin tasfiyesi”nin meşrulaştırılması olacaktır. Dipnotlar : 1) Bu konuda bkz. Özcan Yeniçeri; “Batı’nın Öteki Yüzü”, 2023, Haziran 2003, s.18-23. 2) Milliyet, 11 Mayıs 2002. 3) Hürriyet, 12 Aralık 2002. 4) Hürriyet, 28 Mayıs 2002. 5) Esat Öz; “AKP İktidarı, Türkiye-AB İlişkileri ve Kıbrıs”, Türkiye ve Siyaset, Kış 2003, s.12-19. 6) Hürriyet, 11 Mayıs 2002. ) Radikal, 4 Haziran 2003. 8) Finansal Forum, 2 Mayıs 2002. 9) Yeni Şafak, 3 Haziran 2003. 10) Zaman, 24 Mayıs 2003. (İlk yayımlanış:Türkiye ve Siyaset Dergisi - Yaz 2003)
|