Giriş Türkiye`de Avrupa Birliği (AB) üyeliği tartışmalarının olabildiğince yoğunlaştığı bir dönemin yaşandığına şüphe yoktur. Medya ve siyaset zeminlerinde genellikle de tek taraflı ve maksatlı olarak yürütülen kampanyalar, oldukça yararlı ve öğretici dersler de içermektedir. Diğer bir deyişle, Türkiye, son zamanlarda siyasal ve entelektüel ahlâk seviyesindeki erozyonunun tarihe geçecek boyutlara ulaştığı bir süreci yaşamaktadır. Gerçekten de, ülkemizin muhtemel AB üyeliğinin pazarlanma biçimini, ne demokrasi kavramı ve bilinciyle, ne "aydın namusu"yla, ne de vatanseverlik erdemiyle bağdaştırmak mümkündür. Çünkü, sadece pazarlama tekniğinin değil, "pazarlanan ürün"ün kalitesi ve maliyetinin eleştirilmesine, hatta tartışılmasına bile tahammül edemeyen bir anlayışın hükümranlığı söz konusudur. AB meselesini, Türkiye için "varoluş" ile "yokoluş" arasında keskin ve tehlikeli bir kutuplaşmaya indirgeyen bir grup siyaset esnafı ile büyük sermayenin yarattığı kasırga, bütün zihinleri bir şekilde nüfuz ederek teslim almaya niyetli görünmektedir. Böyle bir AB yaklaşımı ve icazet mantığı açısından, AB`nin yapısını, hedeflerini, Türkiye politikalarını tartışmaya, sorgulamaya ve bazı çekinceler koymaya çalışmanın "ihanet" ile eşdeğer olması kaçınılmazdır. Hatta, düşünmeye bile gerek yoktur; çünkü karşımızda evrensel doğruluğu tescil edilmiş ve bütün insanlığın hizmetine adanmış bir "yeryüzü cenneti"(!) bulunmaktadır. Adı AB olan "yeryüzü cenneti"nin, yine adı Kopenhag kriterleri olan "nas"ları yerine getirildiğinde, Türkiye millet ve devlet olarak istasyonda hazır bekleyen trene binmiş ve yerine ulaştığında da hidayete erip refaha kavuşmuş olacaktır. Bu durumda, başka seçenekler üzerine kafa yormak, ilişkilerde millî hassasiyetleri gözetmek ve onurlu bir üyelik perspektifine sahip olmak da, daha en baştan abesle iştigaldir. Milliyetçi camianın yakından tanıdığı tarihçi Yılmaz Öztuna bile kurtuluşumuzu ne pahasına olursa olsun AB`ye yanaşmamızda bulmakta, Türkiye`nin Tanzimat`tan bu yana gördüğü büyük rüyanın ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini iddia edebilmektedir. Türk milliyetçileri, Yılmaz Öztuna`nın öğütlerini tutmalı, "tek yol AB" sloganını bayrak yapmalı, üyelik meselesine duyarlı, gerçekçi ve çok yönlü bakmaktan vazgeçmelidir. Türkiye`nin AB üyeliği süreci ve hedefinin siyah-beyaz kadar net olduğunu iddia eden ve son zamanlarda medyanın önemli bir bölümüne de hâkim kılınan bakış açısının bir özetini bu şekilde yapmak mümkündür.Ancak mesele burada bitmemekte, bilakis bu noktada başlamaktadır. Çünkü, AB üyeliğini Türkiye`nin tek seçeneği, mahkumiyeti ve mecburiyeti olarak görmenin/ göstermenin tek gerçek anlamı, seçeneksizlik, demokrasisizlik, akıl ve tarih dışılıktan başka bir şey değildir. Türkiye`nin Özgül Ağırlığı, AB Vizyon(suzluğ)u ve AB Yönetimi Biraz önce de vurgulandığı gibi, Türk toplumu, ne yazık ki Tanzimat döneminden bu yana ülkemizin zihnî ve fikrî dünyasında travmalara yol açan entelektüel zaafların yeni ve dramatik örneklerine 2001 ve 2002 yılları içinde de şahit olmuştur. Medyanın sağladığı imkânlarla "hakim elit görüntüsü veren zihniyet sahiplerinin, gerçek "batılı" değerleri içselleştirmeyecek kadar "batıcı"; jeopolitik dengeleri, hesapları ve küresel dinamikleri algılayamayacak kadar "küreselci" oldukları gözlenmektedir. Bunun için, IMF ve/veya AB konusunda "kraldan fazla kralcı" olmalarına aslında çok fazla şaşırmamak lazımdır. Türkiye`nin/Türk toplumunun iki yüz yıldır yoğunlaşan bir modernleşme ve gelişme (batılılaşma değil) davasının bulunduğu doğrudur. Yüzünün Batıya dönük olduğu ve hatta Batının ulaştığı medeniyet seviyesini aşmak gibi bir nihaî hedefi bulunduğu da açıktır. Ama unutulmamalı ki, Türkiye`nin boynuna bu süreçte ticarî ve ekonomik kölelik ilmiği geçirilmiş, koskoca bir imparatorluk tarih olmuş ve millî mücadele dönemi yaşanmıştır. Bunun için, tarihi doğru okumak, tarihin öğrettiklerinden doğru dersler çıkarmak, diğer bir ifadeyle milli hafızayı canlı tutmak gerekir. Kısacası, 200 yıllık tarihî gelişme seyrimiz düz bir çizgi takip etmemiş, bilakis zorlu, sancılı ve inişli çıkışlı bir süreç olmuştur. Bu gelişme çizgisinin gerek rotasını gerekse referans ilkesini Batılılaşma olarak tanımlamanın, hem geçmişi ve geleceği, hem de millî varlığın anlamını, en hafifinden sığ bir ideolojik perspektiften yorumlamayı esas alan ahlâkî ve kültürel bir tercihi ifade ettiği unutulmamalıdır. Bugün yapılan tartışma ve dayatmalarda da böyle bir yaklaşım biçiminin derin izleri bulunmakta, Batılılaşma akımının radikal savunucuları tamamen AB merkezli/eksenli yeni ve güçlü bir cephe oluşturmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, ülkemizin tam üyelik sürecinde Avrupa Birliği yönetimine kayıtsız şartsız boyun eğmesi gerektiği çizgisinde buluşan parti, dernek ve köşe yazarlarının son zamanlarda seslerinindaha fazla çıkmaya başladığı, aynı argümanları ve benzer söylemleri kullandıkları dikkat çekmektedir. Diğer bir deyişle, AB-Türkiye ilişkilerinde gündeme gelen her kritik gelişme karşısında hemen hemen aynı tepkiyi veren siyasetçilerin ve köşe yazarlarının varlığı, bu ittifakın en çarpıcı yönlerinden birini oluşturmaktadır. Ancak, bu çevreler, bir yandan AB`ye üye olduğumuzda demokrasi ve düşünce özgürlüğü seviyemizin yükseleceğiyle övünürken, diğer yandan AB yönetiminin iç dinamiklerini ve Türkiye yaklaşımlarını sorgulamayı totaliter bir anlayışla engellemeye çalışmaktadır. Özellikle, 2001 Sonbaharından itibaren AB tartışmalarının yeniden alevlendiği bir süreçte, sürekli olarak kürtçe eğitim, 312 ve idam cezası gündeme getirilmiş, daha sonra da bölücü terör örgütünün "siyasallaşma programı”na çanak tutan görüşler dillendirilmeye başlanmıştır. Türkiye`nin AB politikalarının doğru dürüst tartışılıp ele alınmadığı, AB yönetiminin Türkiye`ye karşı art niyetli tutumunu ısrarla sürdürdüğü bir zeminde millî bütünlüğümüz, hatta varlığımız açısından büyük riskler oluşturan konular hızla gündeme taşınmakta; toplumun millî direnç noktaları, muhtemel AB üyeliği "yeryüzü cenneti" gibi tasvir edilerek kırılmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede, AB lobiciliği ve sözcülüğü, demokrasi ve çoğulculuk ambalajıyla sarmalanarak yapılmakta, diğer yandan da siyaset ve düşünce hayatımıza giderek tek ses, tek renk hâkim kılınmak istenmektedir. Kıbrıs`ın bile peşkeş çekilmesine hazır olan görüşlere ilave olarak, ayrılıkçı politikalara duyulan ilginin artması ve terörist örgütlerin meşrulaştırmasına yönelik kelime oyunlarının giderek alenî hâle gelmesi, Karen Fogg olayında madalyonun iki yüzüne birden bakmak yerine AB temsilcisi için ağıt yakılması, her sağduyu sahibi insanı düşündüren, hatta rahatsız eden bir nitelik kazanmıştır. Bunlara karşılık, Türkiye`nin AB perspektifini "anti-millî hamaset" düzeyinde ele alan köşe yazarı ve entelektüellerin, Avrupa bünyesindeki devletler, sosyal gruplar ve siyasî oluşumlar arasındaki çıkar vs. düşünce farklılaşmasına temas eden yazılarına rastlamak için özel hafiye tutulması gerekmektedir. Örneğin, 28 Şubat 2002 tarihinde "Ermeni soykırım masalı"nın tekrar ısıtılıp Avrupa Parlamentosu kararı hâline dönüştürülmesiyle ilgili tepkiler, AB bünyesindeki Türkiye karşıtlarının sıradan marifeti değerlendirmesinden öteye geçememiştir. Yine, AB üyesi ülkelerde ardı ardına hayata geçirilen anti-demokratik göç ve entegrasyon yasaları hakkındaki görüşlerini öğrenmek mümkün olamamıştır. Bu sebeple, ilgili medyanın çirkin soykırım kararını haberleştirmede takındığı anlayış, yine Türkiye ve Türk milleti aleyhindeki diğer gelişmeleri göz ardı etmekte sergilediği titizlik, incelemeye değerdir. Ancak, gerçekler bu yöntemle ne yok olmakta ne de kolayca gizlenebilmektedir. Çünkü ortada, ülkemizdeki AB sözcülerinin ve lobicilerinin propaganda ettiği gibi, homojen, sorunsuz ve Türkiye`nin üyeliğini arzulayan bir AB yönetimi bulunmamaktadır. Bugün AB bünyesinde, genişleme sürecinin maliyeti giderek daha fazla tartışılmakta, ortak tarım politikaları üye ve aday ülkelerde tarım kesiminin tepkilerini toplamakta, işsizlik sorunu AB yetkililerini kara kara düşündürmektedir. Diğer taraftan, AB yönetimine giderek içe kapanan, ekonomik sınırların yanında siyasî ve kültürel sınırlarını da kalın hatlarla çizmeye çalışan bir anlayış hakim olmakta; Avrupa ortak değerleriyle, demokrasi ve insan hakları idealiyle açıkça çelişen göç ve entegrasyon politikaları hayata geçirilmektedir. Bunun yanında, Türkiye`nin üyeliğine uzun dönemde ve söylem düzeyinde nispeten sıcak bakan sosyal demokrat partiler/iktidarlar, giderek ülkemizin üyeliğine karşı olduklarını net olarak deklere eden ve AB`yi "din ve kültür birliği" olarak gören "Hıristiyan Demokratların genişleme stratejisi ile entegrasyon yaklaşımlarını benimsemektedir. Kısacası, Birlik yönetimi, kendi iç dinamikleri ve genişleme stratejilerinde olduğu gibi, Türkiye meselesine de küresel hedefleri ve çıkarları ekseninde yaklaşmaktadır. Bu sebeple de, ülkemizi AB`ye tam üye yapmaktansa oyalamayı ve bekletmeyi tercih etmektedir. AB yönetimlerinin, malî yardımların önünü açıp Türkiye`nin sosyo-ekonomik açıdan rahatlamasına katkı sağlamak, geleceğe dair daha somut ve samimî bir irade ortaya koyarak iyi niyetini belli etmek yerine, Türk milletinin en hassas olduğu konuları fütursuzca tedavüle sokmasının ve sadece müzakere tarihi telâffuz etmek için bile ön şart olarak dayatmasının anlamı bellidir. Mesele, aslında Birlik yönetiminde değil, öncelikle kendi içimizdedir. Her şeyden evvel, belli başlı bütün siyasî ve ekonomik aktörlerin, son tahlilde de devletin sağlıklı ve gerçekçi bir "AB stratejisi"ne sahip olması gerekmektedir. Meseleye, çoğu zaman Birliğin "resmî ideolojisinin sözcülüğünü üstlenen gazeteciler ve siyasetçiler gibi yaklaşmanın sadece tâbi olma anlamına geldiği yeterince açıktır. Eğer tam üye olmak için AB bürokratlarının emir ve direktiflerine sorgulamadan ve müzakere etmeden uyma mecburiyeti (!) bulunuyor ise, o zaman ülkemizdeki AB Genel Sekreterliği gibi kurumlara ihtiyaç da yoktur. Yine, AB yönetiminin Türkiye yaklaşımını ve dayatmalarını kabul etmekten başka hiçbir "çare" yok ise, Avrupa Konvansiyonu`ndaki varlığımızın anlamı da kalmamaktadır. Sonuç olarak, artık bu tür konuların (soruların) daha fazla gecikmeden tartışılması zorunlu hâle gelmiş bulunmaktadır. Ayrıca unutulmamalı ki, ülkemizin AB perspektifini "Türkiye`ye ve Türk toplumuna derin güvensizlik psikozuyla", "aşağılık kompleksiyle" ele alıp geliştiren politika ve söylemlerin, aslında gerçek Avrupa değerleri terazisinde herhangi bir "özgül ağırlığa" sahip olması mümkün değildir. Bu tür iddia ve söylemler, sadece Türkiye karşıtı stratejik plan ve hesaplar içinde belli bir ağırlığa sahip olabilir. Bunların ömürleri ve değerleri de, bu planların değişmesi veya hedefine varmasıyla sınırlıdır. Bunun için, ne kendi konum ve ağırlıklarını abartmamaları, ne de Türkiye`nin imkân ve kabiliyetlerini hafife almamaları gerekir. "Kutsal" Ön Şartlar ve Avrupa Trenini Kaçırmama Telaşı Ülkemizde, AB üyelik hedefimizi çok farklı nedenlerle ölüm kalım meselesi haline dönüştürenlere göre, ortada bir "Avrupa cenneti" bulunmakta ve Türkiye bu cennete yolculuk yapan bir trene ısrarla davet edilmekte, ancak "AB karşıtları" buna engel olmaktadır. Aslında bu tür yaklaşım biçimlerinin, yani ülkemizdeki tek yanlı ve yanıltıcı AB`ye üyelik propagandasının, hem medya ve tartışma ahlâkıyla, hem de Avrupa gerçekleri ve üyelik süreciyle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Ama her nedense bu ısrarla gözlerden kaçırılmaktadır. Bu çarpık anlayış, bir yandan da ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesinin diğer muhatabı olan AB yönetiminin tutumunun yok farz edilmesine yol açmaktadır. AB yönetiminin ve AB politikasına yön veren unsurların bir çok kez örtülü olarak, bazen de açıkça Türkiye`nin üyeliğinin çok zor, hatta imkânsız olduğunu açıkladıkları bilinmektedir. Özellikle Kıbrıs sorununa yaklaşım biçimleri ve "azınlık yaratma" politikaları, Türkiye`yi köşeye sıkıştırma anlayışının bariz göstergeleridir. Türkiye`de "Avrupa treni"ne bir an önce binme arzusunun dile getirilmesi ne kadar meşru ise; "Türkiye`nin treni kaçırmaması gerekir” söyleminin toplumu "Avrupa dolmuşu"na bindirme seviyesine düşürülmesi de o kadar gayri meşrudur. "Ne pahasına olursa olsun AB`ye bir an önce girilmelidir" görüşünü sürekli tekrarlayanların, en azından Avrupa trenini kaçırmamaya dair söylemlerinde kendi iç tutarlılıklarına özen göstermeleri gerekir. Oysa, böyle bir özenin gösterildiğini bile ifade etmek mümkün gözükmemektedir. Örneğin, Alman hükümetine yakınlığı bilinen Bonn`daki Türkiye Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen, 15 Şubat 2002 târihinde yaptığı açıklamada aynen şunları söylemektedir: "Eğer Türkiye 21-22 Haziran`da İspanya`da yapılacak Sevilla Zirvesi`nde AB`ye üyelik müzakerelerinin başlaması için karar aldırabilirse 2008-2010`da tam üyelik için kabul edilebilir. Aldırmazsa, Danimarka ve Yunanistan’ın başkanlığında bu kararı aldırması güç.” (Hürriyet, 10 Şubat 2002) Yine, AB ile ilişkilerden sorumlu devlet bakanlığı görevini yürüten Mesut Yılmaz, partisinin 13 Şubat 2002 tarihinde yapılan meclis grup toplantısında AB üyeliği sürecinde son derece kritik bir döneme girildiğini söyledikten sonra Türk kamuoyuna ciddî bir uyarıda bulunmaktadır: "Ben diyorum ki, tüm Cumhuriyet tarihimiz boyunca önümüzdeki 1 aylık sürenin, ülkemizi hayatî derecede etkileyeceği başka bir zaman dilimi hiç olmamıştır. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, bu bir ayda ya Kopenhag kriterleri`ni sağlamak için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştireceğiz ya da kaçırdığımız Avrupa treninin arkasından ah-vah ederek bakacağız..." (Radikal, 14 Şubat 2002) Bu sözler, Türkiye`nin AB ile ilişkilerin den sorumlu devlet bakanı M. Yılmaz`a aittir. AB üyeliği sürecini "ya kaos, ya üyelik" noktasına vardıranların söylediklerine bakılırsa, Türkiye AB trenini zaten kaçırmış bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Ulusal Program’ın birinci yılını tamamlamasına bir ay kala, yani 2002 Şubat`ında yapılan keskin tespit ve uyarılara göre, Haziran 2002`de İspanya`nın Sevilla kentinde toplanan zirveye kadar Türkiye "ev ödevleri"ni (ön şartları) yerine getirmediği için Avrupa trenine binme hakkını ve şansını kaybetmiştir. Bunun yanında, AB yönetiminin genişleme politikasına bakıldığında da, "AB treni"nin çok uzaklarda olduğu ve Türkiye istasyonunda durup durmayacağının bile belli olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü, 2000 yılında toplanan ve Birliğin genişleme stratejisinin esaslarının tespit edildiği Nice Zirvesi`nde, 2012 yılına kadar tam üye olacak aday ülkelerin AB Parlamentosu`ndaki sandalye dağılımı ve komisyonlardaki temsilci sayısı karara bağlanmıştır. Bu ülkeler arasında, lobicilerin çok iyi bildiği gibi, Türkiye yer almamaktadır. Bunun konumuz açısından temel anlamı şudur: Türkiye`nin tam üyelik meselesi, en erken 2012 yılından sonra gündeme gelebilecektir. Ama her nedense bu uyarı, çelişki ve gerçekler, ya unutulmakta ya da bilinçli olarak göz ardı edilmektedir. Şimdi ise, Aralık 2002 tarihinde yapılacak olan Kopenhag Zirvesi`ne kadar "kutsal ev ödevleri"ni yerine getirdiğimizde "yeni bir AB treni" istasyona gelecek ve Türkiye`yi Birliğe taşıyacak denilmektedir. AB yetkililerinin bu konudaki açık uyarılarına ve Türkiye`ye somut/gerçek bir müzakere takvimi verilmesinin çok zor olduğunu defalarca açıklamalarına rağmen, "yeni AB treni kampanyası" yoğun biçimde sürdürülmektedir. Böyle bir tablo karşısında, en azından hangi vaat ya da uyarıya inanılacağı ve bunların ciddiyeti konusunda çok haklı şüphelerin doğması kaçınılmaz olmaktadır. Zaten, cilâlı kampanyalarla yaratılan büyük beklentilerin baskısı ve gölgesi altında, etnik ayrılıkçılığa kurumsal ve kültürel alt yapı sağlayacak konularda adımlar atılmasını mümkün kılarak, terörist başının hakkettiği cezadan bir an önce kurtulmasını temin ederek AB`deki bazı çevrelerin gözüne girmenin amaçlandığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bugün bazı siyaset, sermaye ve medya çevrelerinin bayraktarlığını yaptığı bu tür toptancı ve duyarsız bakış açıları ile aslında, 1990`lı yılların ortalarındaki Gümrük Birliği tartışmalarına hâkim olan ve "yangından mal kaçırma" anlayışını hatırlatan yaklaşımlar arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Unutulmamalıdır ki, o zamanlar iddia edildiğinin aksine, Türkiye ne Gümrük Birliği`nden sonra ekonomik düzlüğe çıkmış, ne de Avrupa Birliği`ne tam üye olabilmiştir. Kısacası, siyasî yelpazenin "düşman ikiz kardeşlerinden birini oluşturan DYP yönetiminin 6-7 yıl önceki yaklaşımlarını, bugün ANAP yönetimi ve medya tam üyelik süreci açısından tekrarlamaktadır. Bu parti yönetiminin söylem ve politikalarının son dönemde iyice belirginlik kazanan Karen Fogg ve Günter Verheugen çizgisiyle örtüşme trendi, Kıbrıs sorunu ve etnik kimliklerin siyasallaşması çerçevesindeki yaklaşımlarıyla artık bariz bir hale gelmiş bulunmaktadır. Bazı medya organlarının verdiği dikkat çekici destek de, bu sürecin çok yönlü bir ilişkiler ağının yansıması olduğunu kanıtlar mahiyettedir. MHP ve Rauf Denktaş karşıtı kampanyalarda, Türk toplumunu büyük bir refah sürecinin beklediğine dair abartılı değerlendirmelerin yapılması ve son olarak Türkiye`nin on yıl içinde "millî bütünlüğü”nün tehlikeye girebileceği korkularının pompalanması, aynı anda hem "havuç" hem "sopa gösterme" taktiklerinin pervasızca kullanılabildiğini göstermektedir. Esasında, ne yanı başımızdaki istasyonda kaçırılacak bir AB treni bulunmakta, ne de Türkiye`yi kâbus beklemektedir. Kâbusun, ancak birbiriyle açıkça çelişen, ülkemizin AB meselesine gayri ciddî yaklaşan, toplumsal ve ekonomik hayatta gereksiz yere büyük beklentiler oluşturup daha sonra bunların hayal kırıklıklarına dönüşmesine yol açan durumlarda ortaya çıkacağı kesindir. Türkiye, artık kendi kendine "canavarlar" yaratıp daha sonra onunla boğuşma alışkanlığından kurtulmak zorundadır. Sonuç Türk toplumunu bilinçli bir şekilde yanlış yönlendirmeye kadar varabilen bütün bu çabalar, her şeyden evvel Türkiye-AB/Batı ilişkilerinin millî çıkarlarımızı gözetecek haysiyetli ve hakkaniyetli bir işbirliği zemini üzerinde yol almasını savunanların, görev ve sorumluluklarının daha da ağırlaştığını ortaya koyan gelişmelerdir. Bunun için, önümüzdeki dönemde, AB yönetiminden önce, ülkemizdeki "ne pahasına olursa olsun AB`ye girelim"cilerin makûl bir çizgiye gelmesi hayati önemi haizdir. Çünkü, kendi içindeki AB muhip ve lobicileri ile sürekli pazarlık yapan, AB yönetimi karşısında millî ve kararlı bir politika sergileyemeyen bir Türkiye`nin başarılı sonuç elde etmesi imkânsızdır. Teslimiyetçi politika ve kampanyalarda ısrarın ülkemizi giderek daha büyük açmazların içine sürükleyeceği açıktır. Eğer ortada Türkiye`yi almaya niyetli bir AB treni var ise, bu trenin kaçırılmasına, ancak Türk toplumu ve devletinin varoluş dinamiklerini hiçe sayıp kuşkularını arttıran AB lobicilerinin sebep olabileceği unutulmamalıdır. (ilk yayım tarihi: 2023 Dergisi, Mayıs 2001)
|