Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    MİLLÎ DEVLET VE KÜLTÜRLERİN MEŞRU MÜDAFAA HAKKI: KÜRESEL ENTELEKTÜEL VE KÜLTÜREL İSTİLA KARŞISINDA MİLLİYETÇİLİK


    21. yüzyılı, fiilî olarak, küreselleşme olgusunun kendini daha çok hissettirdiği ve “Soğuk savaş” döneminin yerini “Sıcak ekonomi ve kültür savaşları”na bıraktığı 1990’lı yıllardan itibaren başlatmak, şüphesiz gerçekçi bir tespit ve teşhisi içerir. Yeni yüzyılın ayırt edici vasıflarından biri olan küreselleşme süreci, son tahlilde toplumlar ve ekonomiler arasında artan ve giderek eşitsiz bir ilişki biçimi olarak gelişen etkileşim yoğunluğunu ifade eder. Bu etkileşim yoğunlaşmasının hâkim-güçlü ekonomiler lehine işleyen bir mekanizmayı içeriyor olması da, yine sürecin aslî karakterinden kaynaklanan bir gerçeğe işaret eder.

    Gerçekten de, küreselleşmenin en dramatik sonuçlarından biri küresel adaletsizlik ise, diğeri kültürel alandaki güçlü tekelleşme eğilimidir. Millî kültür evrenlerinin dışında bir küresel kültür tabakasının şekillenmeye ve yine varlığını hissettirerek diğerlerini kendine benzetmeye başlaması, küreselleşmenin ilk önemli kültürel sonucudur. Bugün dünya, böyle bir sürecin yaşandığına delil teşkil eden sosyo-kültürel çalkantılara sahne olmaktadır.

    Bu bağlamda sık sık zikredilen “yerelin evrenselleşmesi, evrenselin yerelleşmesi” formülasyonu, aslında ilk işitildiği andaki gibi sevimli ve sahici değildir. Millî ve/veya yerel değerlerin evrenselleşmesinin, ekonomik alanda gözlenen somut kurallara ve sıkı denetime tabi olmadığı doğrudur. Ama bundan daha önemli olarak, hem kültür taşıyıcısı araç ve imkânların adaletsiz dağılımı, hem de Batı’nın hiyerarşik kültür ve medeniyet tasavvuru gibi çok daha köklü engelleri vardır. Batı’nın böyle bir üstün medeniyet ön yargısına dayalı dünya idrakinin devlet politika ve stratejilerinde güçlü karşılıklar bulduğunu da unutmamak gerekir.

    Dolayısıyla küreselleşmenin anavatanı, ahlâkî mahiyeti ve tabiatı gereği Batı, özellikle de Kuzey Amerika’dır. Küreselleşme sürecinin kelimenin tam mânâsıyla küresel olabilmesi için de, bu gelişmenin önündeki belli başlı direnç noktalarının en azından engel teşkil etmeyecek düzeyde kimlik buhranı yaşaması ya da ayıklanması önem taşır. İşte bu yüzden millî devlet ve kültürlerin en büyük ve tabiî engeller olarak göze batması kaçınılmazdır.

    Küreselleşmeci söylem ve siyasetin millî devlet ve kültürleri birincil hedef olarak seçmesini bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Çünkü bu söylem ve mantığın entelektüel tüketicilerinin, “millî ve sosyal devlete veda edebiyatı”na yoğun bir mesaî harcayarak hâkim kılmak istemesi boşuna değildir. Bunun için, sık sık terennüm edilen küreselleşmenin millî devletleri milletaşırı kurum ve kurallara teslimiyete mahkûm ettiğini, bunun da anlamlı ve gerekli olduğunu vurgulayan, özünde de gayrî ahlâkî ve anti-demokratik olan popüler iddianın düşünce ufkumuzu daraltmasına izin verilmemelidir.

    Bu durumda kritik soru ya da sorun şudur: Küresel gelişme trendi böyle bir evrimi gerçekten makul ve kaçınılmaz kılmakta mıdır Başka bir deyişle, millî devletlerin ömrünü tamamladığı tezi ideolojik bir tespit ve talebi ifade etmekte midir

    Bu soruyu/sorunu tamamlayan bir başka fikrî kırılma ve tartışma noktası ise, millî kimlik ve devletin bastırdığı bazen de erittiği varsayılan farklı etnik/mahallî/dinî kimlik ve taleplerin millî devleti geçersiz ve anlamsız kıldığı iddiasıdır. Buna göre, küresel dinamik ve gelişmeler karşısında belli başlı milletlerarası aktör olma vasfını kaybettiği ileri sürülen millî devlet, kendi iç mekânında da aşamayacağı veya çözemeyeceği meydan okumalarla karşı karşıya bulunmaktadır. Aslında bu görüş, daha en başta kendi iç çelişkisiyle sakat doğmuş bir iddiayı yansıtmaktadır. Millî kültürün/devletin kendi yok ettiği ya da erittiği etnik ve dinî kimlikler tarafından tehdit edildiği iddiasının başka türlü yorumlanması çok zordur.

    Özetlemek gerekirse, hem kendi içinde hem de dışında şekillenen yeni ekonomik, teknolojik ve siyasî gelişmeler karşısında millî devlet(ler) hayatının sonbaharını yaşamaktadır. Küreselleşme havarilerinin millî devlete açtıkları “kutsal savaş”ın temel argümanlarını özetleyen bu yaklaşım, demokrasi kavramına yüklenilen yeni anlam ve roller ile takviye edilerek çok daha güçlü bir konuma terfi ettirilmek istenmektedir.
    Günümüzde, demokrasiyi demokrasi yapan ayırt edici vasıflarını yok farz eden, temsil krizini siyasî çoğunluk-azınlık ilişkilerini ters yüz ederek aşmayı deneyen ya da dinî ve etnik hukuk adacıkları yaratmak anlamına gelen post-modern demokrasi ve çok kültürcülük projeleri ile millî devleti geriletmeyi görev addeden entelektüel zümrelere rastlanmaktadır. Bu role, demokrasiyi yeniden inşa ve ihya etme gibi “dünyevî kutsallık” mertebesinde bir anlam yüklenmesi, sonucu değiştirmediği gibi, demokrasinin işlerliğinin yanı sıra saygınlığına da gölge düşürmektedir.

    Öncelikle vurgulamak gerekir ki, millî kültür(ler), bir alt kimlikler ve kültürler koalisyonu değildir. Millî kültür, bir toplumun millet olarak evrimine yol açan dinamik ve süreçlerle birlikte şekillenen müşterek değerler manzumesidir; dolayısıyla alt kimlik ve kültürleri aşan ve onları kavrayan bir bütünü ifade eder. Fakat, hem çok kültürlülük politikalarının hem de küresel kültürün bozucu ve yıkıcı etikisiyle bu özelliği zayıflamaya başlar, zamanla da sosyo-kültürel çözülme hız kazanır. Böylece alt kimlikler daha güvenli ve cazip kültür limanları olarak algılanmaya başlanır. Bu süreç de aslında bir “kültürel serap” görme hâlidir, çünkü sosyo-kültürel huzursuzluk büyümeye devam eder.

    Ayrıca, siyasetin; proje, partiler, yurttaşlar ve sosyal gruplar ekseninden, çok daha eski ve başarısızlığı kanıtlanmış bir model olan etnik ve mezhep merkezli alt/mahallî kimlikler eksenine taşınmasıyla yeni ve güçlü bir demokrasi inşa edilip edilemeyeceği konusu, geçiştirilmek istense de bir büyük mesele olarak ortada durmaktadır. Böyle bir temel eksen kaymasının sosyal dokunun parçalanıp ufalanmasıyla ve demokrasinin çaresizleşmesiyle (ortak değer ve çözüm üretememesiyle) eşdeğer bir sonuç doğuracağı, esasında tartışmaya dahi ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır.

    Bunun yanında, azınlık hakları, etnik kimlik ve ayrılıkçılık çerçevesi içine hapsedilen demokratikleşme söylem ve projeleri, gelişmekte olan ülkelere empoze eden devletlerde bile vuzuha kavuşmuş bir mesele değildir. Daha önemlisi, demokrasi, millet olgusu ve yurttaşlık kültürü arasındaki güçlü bağı ve ahengi reddetmek veya yok farzetmek yalnızca millî devletin değil, demokrasinin işleyiş mantığının içinin boşaltılmasıyla da eş değerdir.

    Tabi mesele, küreselleşme süreciyle paralel bir şekilde tek yönlü olarak ele alındığında, demokrasiyi bugünlere taşıyan tarihsel ve sosyolojik dinamikler kolayca gözardı edildiği için “millî devlete vedâ ayinleri” düzenlemek daha da kolaylaşmakta; bu tür entelektüel faaliyetler mensubiyet travması yaşayanlar bakımından psikolojik rahatlama seanslarına dönüşebilmektedir. Bunun için, düşünce ufku ile kültürel ve ahlâkî donanımları millî devlet karşıtı argümanlarla yoğrulmuş olanların, özellikle de “küreselleşmenin entelektüel lejyonerleri”nin muhalefeti, çok daha acımasız ve önyargılı olmaktadır.

    Milliyetçilik teorisi üzerine çalışan bir çok akademisyen ve yazarın milliyetçilik karşısındaki ilginç ve çelişkili yaklaşımlarının çok yönlü tahlilleri, aslında fikrî ve insanî görünümlü eleştirilerin hatırı sayılır bir bölümünün “resmî küreselleşme ideolojisi”ne hizmet eden entelektüel misyonerlik faaliyetleri olduğunu gözler önüne sermeye yetecektir.
    Yine bazı araştırmacıların, “aydın ahlâkı”nı bir kenara itip milliyetçiliğin geri ve saldırgan bir ideoloji olduğu fetvasını verirken, “etnik ‘milliyet’çiliğin” ne kadar ilerici bir siyasî tavır olduğunu vurgulaması, gerçek milliyetçilik karşısındaki dogmatizmi, en azından fikrî hafifliği ortaya koymaktadır. Millî kimliğin ve milliyet kavramının hayatiyetini teslim eden bazı batılı düşünürler ise, diğer ülkelerdeki ayrılıkçı hareketler hakkında ön yargılı bir bakış açısını benimseyebilmekte, bu çerçevede “etnikçiliği” medenî bir özgürlük hareketi olarak değerlendirebilmektedir.

    Buraya kadar anlatılanlardan sonra, artık küresel ideolojik mücadele alanına ilişkin olarak birbiri ile bağlantılı şu üç tespiti ve/veya hatırlatmayı yapabiliriz: İlk önce; küreselleşme olgusunun belirleyiciliğinin artması ve soğuk savaş sonrası dönem, kimi iddiaların aksine “ideolojilerin sonu”nu temsil etmemektedir. Yeni durum, klasik ideolojilerin geri çekildiği, bunların yerini kültürel sembollerin, millî devlet, medeniyet ve benzeri akraba kavramların doldurduğu farklı bir siyasî ve ideolojik mücadele biçimine işaret etmektedir.
    İkinci olarak; özellikle kalkınmakta olan ülkelerde medya-sermaye evliliğinin ürünleri olan entelektüellerin popülerlik düzeyi ile millî donanım ve duyarlılıkları arasında ters orantı vardır. Esasında, en büyük maharetleri değişim çığırtkanlığı olan bu tür popüler entelektüeller; küresel ekonomik ve siyasî hegemonyanın yarı-resmî sözcülüğüne soyunmuş, Batı’nın yanlış yapmayacağına iman etmiş küreselleşme müritleridir.
    Üçüncü olarak; hangi amaçla olursa olsun, küreselleşmeye biat etme hususunda yarışanlar millî perspektiflerini kaybettiklerinden eleştirel ve sağlıklı bir değerlendirme yapabilme, özellikle de herhangi bir sentez arayışına girme imkânını kaybetmiş olurlar. Bunların küreselleşme müdafaaları yanlış yapmayacağına imân etme derecesine kadar vardığı için, düşünme ahlâkı ve mensubiyet bilinçlerinin de buna paralel olarak dünya değiştirmesi kaçınılmazdır.

    Buna karşılık millî kültürler; en başta İngilizce ve misyonerlik faaliyetleri olmak üzere, internet, reklâm, tv ve sinema filmleri, müzik ve yemek alışkanlıkları gibi araç, imkân ve sembollerle techiz edilmiş kültür dalgalarının büyük kuşatması altındadır. Kuşatma ve istilâ sürecinde tüketim çılgınlığıyla beslenen bireycilik ile misyonerlik faaliyetleri, özgün kültürlere nüfuz edip deforme eden iki önemli virüs gibidir. Bu evrensel tehdit karşısında millî kültürler varlığını ispat ederek ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Çünkü, 1980’li yıllardan itibaren iletişim teknolojilerindeki gelişmenin başdöndürücü bir hız kazanması ve Batı’nın özellikle de Amerika’nın küresel hegemonya siyasetinin açığa çıkması, meseleye serbest kültür değişmeleri ve kültürler arası teması aşan bir mahiyet kazandırmış bulunmaktadır. Son yıllarda Fransa, Kanada ve Almanya gibi ileri sanayi ülkelerinin kültür bakanları ile bazı “liberal” ve “sosyal demokrat” eğilimli aydınlarının bile, zaman zaman millî kültürlerinin “Amerikanlaşma” tehdidi altında olduğunu ileri sürdükleri ve hatta bu doğrultuda korumacı politikalar geliştirdikleri bilinmektedir.

    Bu bağlamdaki asıl meseleyi ise, bulaşıcı hastalık gibi yayılan Amerikan popüler kültür kodlarının “kültürler arası soğuk savaş”ı kazandığı takdirde beşeriyeti nasıl bir geleceğin beklediği konusu, daha açıkçası korkusu oluşturmaktadır. Biraz önce de vurgulandığı gibi, millî mensubiyet ve ahlakî sorumluluk gibi bir meselesi olmayanlardan, böyle bir duyarlılık sergilemesini beklememek gerekir. Zaten, küreselleşmenin yarı-resmî ideolog ve sözcülerinin uydurduğu “yeryüzü cenneti efsaneleri”, küresel sorunların varlığını ortadan kaldırmamakta, bilâkis zihinlerin bulanıklaşmasına yol açmaktadır.

    Bugün, özellikle medya ile piyasanın ekonomik ve ideolojik dayanışmasının etkinliğini arttırmasına paralel olarak küresel entelektüel ve kültürel tahakküm de giderek kendini daha çok hissettirmekte; millî kültür evrenleri çeşitli biçimlerde ve dozlarda istilâ girişimlerine maruz kalmaktadır. Unutulmamalı ki, küresel ekonomik ve teknolojik rekabete hâkim olan adaletsizlik kültürler arasındaki münasebetlerde de ciddî bir “fırsat eşitsizliği” zemini yaratmakta ve hayatî bir fonksiyon icra etmektedir. Bunun karşılığında ise, millî kültür endüstrilerinin geliştirilip rekabet kabiliyetlerinin zenginleştirilmesi, yine tarih ve âidiyet bilincinin canlandırılması gibi yöntemlerle millî ve psikolojik müdafaa reflesklerinin güçlendirilmesi gerekmektedir. Millî özgüven yeniden inşa edilemediği taktirde, küreselleşmenin ekonomik ve kültürel taarruzlarının yoğunluk kazanmasıyla birlikte “millî devlet ve kültür kaleleri”nde açılan gedikler büyüyecek, daha sonra da tamamen düşmeleri kaçınılmaz olacaktır.

    Bu süreçte tehlikeli olan, böyle bir kültürel kuşatma ve teslim alma hâlini gündelik hayatımızın neredeyse doğal bir parçası olarak algılamak ve zamanla da benimsemek durumunda kalıyor olmamızdır. Bunun için, ülkemizin ve dünyanın kaybolmaya yüz tutan değer ve zenginliklerinin farkında olmak da giderek zorlaşmaktadır. Hatta; hâkim popüler kültürün geniş iletişim imkânlarıyla sunduğu sanal ama büyülü atmosfer ile hipnotize olan toplumlar, yeni tüketim ve eğlence alışkanlıkları kazanıp kendine yabancılaşmaya zorlanırken zaten birçok millî ve manevî kıymetinden gönüllü olarak boşanmaya hazır hâle gelmektedir.

    Millî kültürler ile küresel kültür arasındaki ilişkiler başlangıçta belki melez kültürler yaratmakta; ancak millî kültürlerin istilâ dalgaları karşısındaki direnci zayıfladığı ölçüde küresel popüler kültür, ilişkinin baskın ve güçlü tarafını oluşturmaya başlamaktadır. Sonuçta millî kültürler neşet ettiği toplumlarda ve coğrafyalarda folklorik ve marjinal bir hüviyete bürünerek “azınlık” konumuna düşebilmektedir.

    Görüldüğü üzere, beşeriyetin önünde duran ve bugünden yarına giderek daha bir önem kazanacak olan esaslı meselelerden biri; Dünya üzerindeki teknolojik ve ekonomik hegemonyanın manevî iklimini yansıtan küresel kültür ile millî kültürler arasında yaşanan evrensel gerilimin akıbetidir. Mesele, ekonomik güç avantajına sahip kültürlerin hâkimiyetini pekiştirmesinin ya da bazı kültürlerin eriyip zamanla silikleşmesinin ötesinde bir derinliğe sahiptir. Çünkü, küresel düzlemdeki kültürler arası mücadeleyi Amerikan menşeli kültürel değer ve sembollerin kazanması, herşeyden önce “evrensel totaliterizm”in önündeki manevî kalelerin yıkılması anlamına gelecektir. Küresel kültürün millî direnç noktalarını bertaraf etme sürecini kültürel soykırım takip edeceği için de beşerî denge ve ahengin bozulması kaçınılmaz olacaktır.

    Kültürel soykırımın tamamlanması anlamına gelen böyle bir muhtemel gelişme trendi, aynı zamanda “insan medeniyeti” açısından sonun başlangıcını teşkil edecektir. Bu aşamada, demokrasi, çoğulculuk ve dayanışma yerini yeni kölelik biçimlerine bırakmaya başlayacak; “yeni ortaçağ”ın yeryüzüne bir kâbus gibi çöküşü hayatın bütün alanlarına sirayet eden bir gerçekliğe dönüşecektir.

    Son sözü en başa dönerek söylemek gerekirse, küreselleşmenin kültürel istilâsı karşısında sessiz ve onurlu direnişin kaleleri olan millî devlet ve kültürlerin meşru müdafaa hakkı vardır; bu, hem insanî hem de kutsal bir haktır. Bu çerçevede en öncelikli konu, bu hakkın bilincinde olmak ve yerli yerinde kullanabilmektir. Böyle bir siyasî ve fikrî muhteva ve hassasiyeti vaadeden yegâne güç ise şüphesiz milliyetçiliktir.

    Milliyetçiliğe bu bağlamda yöneltilen klasik eleştirilerden biri, kültürler arasında sınır çizme ve sınırlara bekçilik yapma misyonudur. Küresel finans sisteminin özel güvenlik örgütleriyle gözetilip imtiyazlarla beslendiği ve tüketim çılgınlığının körüklendiği bir dünyada, millî kültürlerin istilâ dalgaları karşısındaki meşru müdafaa hakkını çok görmenin ideolojik bir izahını bulmak mümkündür, ancak insanî ve ahlâkî bir izahı yoktur. Çünkü, küreselleşmenin yıkıcılığına direnmek ve onu en azından dizginleyip terbiye etmeye çalışmak her şeyden önce beşerî, daha sonra da millî bir görev ve sorumluluktur.

    Zaten küreselleşmenin bütün haşinliğiyle giderek rafine emperyalizme dönüştüğü bir süreci tersine çevirmenin, yani bütün insanlığın ortak yararına ve milletlerarası ahenge hizmet edecek bir nitelik kazandırmanın temel yollarından biri de budur. Bu mânâda milliyetçilik, millî devlet ve kültürlerin öncelikle yaşama hakkının, hemen ardından da bu parametreler üzerinde yükselecek küresel denge ve düzen arayışının fikrî ve siyasî imkânını ifade etmektedir.

    Güçlü bir medeniyet ve tecrübe birikimi gibi zengin bir geleneğin mirasçısı olan Türk milliyetçiliği, bu bakımdan stratejik bir öneme ve önderlik potansiyeline sahiptir. Günümüz açısından değerli ve anlamlı olan, bu potansiyeli çok iyi işleyip geliştirmek, bunun vereceği enerji ve ilhamla da büyük küresel sorun ve açmazlara güçlü cevaplar üretebilmektir. İnsanlığın ortak meselelerine ve Türk milletinin geleceğine entelektüel mesai harcama ihtiyacı hisseden her fikir ve kültür adamının önümüzdeki döneme ilişkin aslî görevlerinden biri budur.

    Cevapların kalitesi ve kuşatıcılığı ise, her şeyden önce bu bilincin yerleşme derecesi ve gelişmeleri algılayıp tahlil etme kabiliyetiyle doğru orantılıdır. Zamanın ruhunu bütün boyutlarıyla doğru analiz edip kavramanın ve onu hem beşeriyet hem de millet ile barışık hâlde dengede tutmayı başarmanın başka yolu yoktur.


    (İlk yayım tarihi : Türkiye ve Siyaset Dergisi - Bahar 2003 )

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik