Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    İMPARATORLUK VE ÖZGÜRLÜK : AMERİKAN EMPERYAL SİYASETİ VE İDEOLOJİSİ ÜZERİNE

    Giriş: Emperyalizm Kavramının Geri Dönüşü

    “Dünya ve düzeni meselesi”, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde hem sosyal bilimlerin hem de siyasî gündemlerin sorunlu baş misafiri olmayı sürdürmektedir. Bu durum, şüphesiz 1990’lu yıllarda yoğunluk kazanan küreselleşme süreci ile iki kutupluluğun çöküşünün yol açtığı küresel hükümranlık tartışmaları ve politikalarının kaçınılmaz sonucu olmaktadır. Dolayısıyla, yeni yüzyılın başından itibaren görünürlük kazanan ve bütün insanlığı doğrudan ilgilendiren emperyal strateji ve politikaların takibi ve tahliline giderek daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda, emperyalizm kavramı ve tartışmaları da, ister istemez yeniden önem kazanmaktadır.

    Böyle bir entelektüel ve siyasi eğilimin gittikçe kuvvetlenmesi, imparatorluk sisteminin hayatî unsurlarından biri olan ve neoliberal küreselleşmeden güç alan entelektüel hegemonya direnç gösterip manipüle etmeye çalışsa da, artık kaçınılmaz görünmektedir. Buna rağmen, egemen entelektüel jargonun ambargosunu delmenin, olumsuz etkilerini silmenin kolay olmayacağı açıktır. Yine, tartışmaya, Negri ve Hardt gibi “yeni (kozmopolit) sol”dan katılan bazı yazarların, emperyalizm ile imparatorluk kavramlarını birbirinden tamamen ayrı kategoriler olarak ele alan; hatta emperyalizmi, geçmişe ait bir tanımlama biçimi olarak değerlendirip, “tarihin ve ideolojilerin sonu mezarlığı”na lâyık gören yaklaşımları da vardır. 11 Eylül süreciyle ana iddialarının içi boşalmış olan bu yaklaşımın, arka planında keskin siyasî ve kültürel tercihlerin bulunduğu; bunlar arasında, emperyalizm süreci ve tartışmalarının ulus devleti güçlendireceğine dair bir bakış açısının etkili olduğu dikkat çekmektedir.1

    Küresel imparatorluk projesinin sahiplerinin, entelektüel müttefiklerinin açık desteği eşliğinde emperyal sıkıyönetim ve dünyayı uygarlaştırma gibi kavram ve hedeflere açıkça sahip çıkmaları; kimi akademik çevrelerde gözlenen emperyalizm tartışmaları karşısındaki çekingenliği aslında en baştan anlamsızlaştırmaktadır. İmparatorluk hinterlandı içinde yer alan pek çok kalem sahibi, artık “İmparatorluk olsun mu, olmasın mı” tartışmasının ötesine geçerek “Nasıl bir imparatorluk” sorusunu sormaktadır. Hatta, aralarında AB’nin ideologluğunu yapanların da bulunduğu bir çok tanınmış akademisyen ve uzman, klasik üslûplarının dışına çıkarak “Avrupa İmparatorluğu” projesini dillendirmektedir.

    Gelinen bu nokta; yani imparatorluk tasarımının, idealize edilen Avrupa değerleriyle doku uyuşmazlığına rağmen AB’de de moda olması; Batı’nın kendi dışındaki dünya ile arasındaki sosyal mesafeyi büyütmeye başladığına, dolayısıyla üstünlük ve ayrıcalık algılamasındaki derinleşmeye dikkat çekmesi bakımından kritik öneme sahiptir. “İmparatorluk ihtiyacı”nı temellendirme biçimleri, ırkçılık arka planı güçlü olan bu hiyerarşik dünya/insanlık anlayışını meşrulaştırmadığı gibi, önemini de ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü, doğrudan egemenlik alanları ile yabancılar (barbarlar, ötekiler v.s.) arasında “kalın (askerî, siyasî, kültürel ve/veya ekonomik) duvarlar” örmek ve kendi dışındaki dünyayı denetleyip disipline etmeye çalışmak, imparatorlukların tabiatı gereğidir. 

    Diğer taraftan, yeni zamanlara özgü emperyal inşanın milâdı olarak “11 Eylül 2001 trajedisi” gösterilmekte, hatta haklılaştırma söyleminde temel referans olarak kullanılmaktadır. Aslında 11 Eylül süreci “imparatorluk jargonu”nun ön plana çıktığı ve pirim yaptığı bir dönemin başlangıcıdır ve bir bakıma da “imparatorluk eliti”nin bilinçaltının aynasıdır. Amerikan hakim eliti, gerek güçlü bir emperyal geçmişe gerekse 2001 öncesinin damgasını taşıyan emperyal vizyon ve projelere sahiplik bakımından zaten hayli zengindir. Kısacası, 21.yüzyıl zemininde imparatorluklardan ve politikalarından söz etmek ve insanlık adına endişe duymak, sadece mümkün değil, aynı zamanda ahlâkî bir zarurettir. Dolayısıyla, hem geçmişteki emperyalizm tecrübelerinin hatırlanmasına, hem de kavramın yaklaşım parametrelerine ihtiyaç vardır. Bu süreçte, hegemonya veya Amerikan barışı gibi, daha yumuşak ve dolaylı terminolojilerin tercih edilmesi; ideolojik ön yargının sonucu olmasa bile, küresel gerçekliğin çok yönlü olarak tartışılıp anlaşılmasını sınırlandırmaktadır. 

    Makalede daha ayrıntılı ele alınacağı gibi; 11 Eylül 2001 sonrası, Batı’nın müesses nizamının siyasî ve entelektüel seçkinlerini, yeni küresel egemenlik politikalarını savunma konusunda, öncesine oranla bayağı rahatlatmış gözükmektedir.11 Eylül Süreci, bir yandan güçlü hatta ceberût bir imparatorluğa duyulan ihtiyacın artması olarak kullanılmış; diğer yandan da demokrasi ve özgürlük jargonu ile imparatorluk siyasetini telif etme konusundaki ahlâkî- entelektüel engelleri yıkmak için fırsat kollayanların işini kolaylaştırmıştır. Zaten bu makalenin ana temasını da, yukarıda altını çizdiğim güçlenen küresel eğilimlerin, tarihsel referanslarındaki süreklilik ile demokrasi veya özgürlükçü bir retorikle meşrulaştırma biçimleri oluşturmaktadır. Meşrulaştırma biçimlerinin ahlâk dışılığı ile ideolojik çarpıtma olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyan dinamik ise, şüphesiz çok önemli bir laboratuar işlevi gören Irak savaşı ve sonrası süreçtir. 

    Bu yazıda, birçok farklı kullanımına rağmen, emperyalizm kavramı hakkında özel ve teknik bir tartışmaya ihtiyaç duyulmadığı için ayrıca yer verilmemiş; sömürgecilik, emperyal gücün/devletin denetimini doğrudan müdahale yöntemleriyle sağladığı bir süreç olarak değerlendirilmiştir. Keza “hegemonya kavramı” için de benzeri bir değerlendirme yapılabilir. Hegemonya siyasetini, son tahlilde, süper gücün küresel hükümranlığına hizmet eden “örtülü ya da yumuşak emperyalizm” aşaması olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü, tanımlamada belirleyici olan, “hegemon”un diğer devletlerden mukayeseli üstünlüğünü gösteren gücü ve bu güçten kaynaklanan potansiyel etkinlik alanının genişliği değil; bu çok yönlü gücün belirli hedef ve çıkarlar ( tek taraflı küresel egemenlik) için kullanılarak “emperyal nüfûz siyaseti”nin aracısı haline dönüştürülüp dönüştürülmediğidir.

    Bu bağlamda, kavram olarak kapsayıcı bir üst kategori oluşturan “emperyalizm” ile, bir ülkenin (devletin) ya da örgütün, diğer ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik imkânlarını denetlemek ve yönlendirmek amacıyla takip ettiği sistematik politikaların bütünü kastedilmektedir. Emperyal(ist) ülkenin/örgütün, dışındaki dünyayı denetleme ve yönlendirmesi ise, onun imparatorluk sürecinde, yani hükümranlık alanı ve araçları konusunda sağladığı gelişmelere bağlıdır. Denetim ve yönlendirmenin teknikleri gibi, amaçları da farklı olabilir. Temel amaç, sadece ekonomik zenginliklerin emperyal hedefler için yönetimi olabileceği gibi; tüm insanlığı belirli bir ideoloji ve/veya din etrafında örgütlemek yahut birleştirmek de emperyalizmin nihai hedefi olarak belirlenebilir.

    Batı Medeniyetinde Emperyal(ist) Gelenek ve Kapanmayan Amerikan Parantezi

    19. yüzyılın ikinci yarısının, insanlık tarihinin gördüğü en yoğun ve acımasız emperyalist politikalara şahitlik ettiği bilinmektedir. Batı Avrupa’nın neredeyse bütün devletleri, o tarihlerde Afrika’dan Asya’ya kadar imparatorluklarının sınırlarını genişletmek ve zenginliklere el koymakta öncelik almak için birbirleri ile yarış halinde olmuşlardır. Mesela, 1871-1900 arası dönemde, İngiltere’nin sömürgeleri 4.5 milyon metrekare ve 66 milyon kişi artmış; Fransa 3.5 milyon metrekarelik bir toprağı ve 26 milyon kişiyi ele geçirmiş; Almanlar bir milyon metrekareye varan 13 milyon nüfuslu yeni bir imparatorluk kurmuştur. (2) ABD de dünya sahnesinin bu dönemde çıkmakta; emperyalizm ve diplomasi alanında kıdemli Avrupa devletleri arasındaki sorunlu ilişkileri gözeterek uluslar arası konumunu tahkim etmeye çalışmaktadır.

    Emperyalizmin tarihine ve tahliline dair tartışmalarda farklı yaklaşımlar sergilenmekle beraber; imparatorluk biçimleri ile emperyalist politikalar arasındaki paralellikler, genellikle göz ardı edilmemektedir. Emperyalizmin tarihi, ister Atina ve Roma imparatorlukları ile, ister Haçlı Seferleri ile, isterse 19. yüzyıl sanayi devrimi ile başlatılsın; şu tarihi gerçeklik kendini hemen göstermektedir: Batı medeniyetinin, hem manevi hem tarihi kökenleri hem de ulaştığı boyutlar itibariyle emperyalizm ile arasındaki bağ önemli ve güçlüdür. Günümüz emperyal siyaset(ler)i ve ideolojik meşrulaştırma biçimlerinde kullanılan birçok söylem ve yöntemin geçmişten bugüne fazla değişime uğramadan taşındığına dair örnekler, sadece fazla değil, aynı zamanda canlıdır.

    Öğretici ve çarpıcı bir ilk hatırlatma, Atina imparatorluğu (M.Ö. 200-400) ile çağdaş imparatorluklar arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden yapılabilir. Deniz gücünün hakimiyeti temin etmedeki belirleyiciliğine yönelik kuvvetli inanç, yine kendi hukuk sistemlerinin dışındaki merciileri yargılanabilir kabul etmeme anlayışı, Atina imparatorluğunun ayırt edici vasıfları arasında sayılmaktadır. Özellikle dikkat edilmesi gereken nokta ise, “demokrasi ihracı”nın ilk kez Antik Yunan’da kullanılan bir emperyalist politika tercihi olmasıdır. Moses I. Finley’in işaret ettiği gibi, “Atinalılar kendilerine tabi olan devletlerde “demokratik rejimleri” tercih etmişler, hatta zorla dayatmışlardır… Bu esas olarak bir taktiktir ve Romalıların böl ve fethet kuralının özgün yorumundan farksızdır.” 3

    Batı devlet/imparatorluk geleneğinde sürekliliği temin eden esas unsurlardan biri, hiç şüphe yok ki Hıristiyanlık düşüncesinin emperyal amaçlar için kullanılmasının çılgınlık boyutuna varmış olmasıdır. Hıristiyanlık inancını yayma (misyonerlik) arzusu ile emperyal yayılmacılık eğiliminin birbirini besleyen bir doğrultuda buluşmasının, Batı emperyalizmine yeni bir ivme kazandırdığına şüphe yoktur. Mesela, Christopher Columbus, 1492 yılında yola çıktığında kendisini Kutsal Kitap’ta vaat edilen bir çağda ilahi kaderin seçtiği biri olarak görüyordu. 4 Keşiflerle başlayan ve yoğunlaşan sömürgeleştirme yarışı, aynı zamanda “ya Hıristiyanlaştırma ya da yok etme” sürecini de içeren bir vahşi emperyalizm çağından başka bir şey değildir.

    Bugünkü Amerikalıların ataları Anglo-Sakson Avrupalıların kullandıkları Amerika kıtasına “sahip olma hakkı”ndaki ve daha sonra geliştirdikleri “sahiplenme ideolojisi”ndeki iki ana temayı/argümanı, “Üstün uygarlık ve din (Hırıstiyanlık) anlayışı” oluşturmuştur. Bugünkü Amerikalı egemenler de tıpkı ataları gibi, bu iki misyonun sahibi ve taşıyıcısı olmaya devam etmektedirler. Aralarındaki en büyük fark, ataları “vatanları”nı “uygarlaştırıp” Hıristiyanlaştırırken; torunları ise, ya arka bahçeleri ya da hayat alanları olarak tanımladıkları bütün yeryüzünü misyon alanları olarak görmektedir.

    Batı emperyalizminin, Hırıstiyanlık yorumu ve uygarlık anlayışından oluşan iki sac ayağını tamamlayan üçüncüsü ise ırkçılıktır. Dolayısıyla ırkçılık, uygar(laştırmacı)lık ve Hıristiyan(laştırmacı)lık yani misyonerlik, “emperyalizmin altın üçgeni”ni ifade etmektedir. Zaten, Batılı beyaz ırklar dışındaki diğer bütün ırkları/toplumları uygarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma objesi olarak gören anlayışın, ırkçı bir bakışı içermemesi imkansızdır. Dolayısıyla, gizli ya da açık bir ırkçılık, Batı’nın bütün emperyal(ist) politikalarının tamamlayıcı bir unsuru olarak hep var olagelmiştir.

    Avrupalıların, hem Afrika’dan yaptığı köle ticareti hem de Amerika kıtasını işgal ve yerleşme süreci, milyonlarca insanın yok olmasına yol açan tarihin öngördüğü en büyük vahşetlerden biridir ve emperyalizmin “altın üçgeni”nin bütün acımasızlığı ile sergilendiği talihsiz dönemleri ifade etmektedir. Amerikalı eleştirel tarihçi David Stannard, Amerika’nın Soykırım Tarihi isimli önemli araştırmasında; “Avrupalıların, Amerikan yerlilerine yönelik düşmanlıklarında ayrımsız olarak kadın ve çocukları öldürme alışkanlığı, gaddarlıktan fazla bir şey, düpedüz ve kasıtlı soykırımdır. Çünkü, kadın ve çocukları öldürülen bir halk yaşayamaz” 5değerlendirmesini yapması boşuna değildir. Marc Ferro’nun, klasik emperyal söyleme atıfta bulunarak yaptığı değerlendirme de durumu bir başka açıdan özetlemektedir: “Beyaz adamın omzunda taşıdığı yük, dünyayı uygarlaştırmaktı ve İngilizler bunun yolunu gösteriyorlardı.” 6

    Batı tarihinin ana evrelerine rengini veren bu gelişmelerin yanında, emperyal politika ve söylemlerdeki çarpıcı benzerlikleri de somut örneklerle teşhir etmek mümkündür. Oliver Cromwell’in 600 yıl önce “Tanrı’nın İngiliz olduğunu ilan ettiğini, İngiliz halkının da bu tasvip ettiği bilinmektedir. Bu geleneği, Amerikalı yöneticilerin devraldığına şüphe bulunmamaktadır. ABD’nin kurucu babası Thomas Jefferson’ın, yerli halkların imha edilerek topraklarına el konulmasının mimarlarından biri olarak aynı Hıristiyanlık yorumundan beslendiği açıktır. Nobel Barış Ödülü sahibi ve sevilen Amerikan kahramanı Theodore Roosevelt’in 20. yüzyılın ilk başkanı olarak yaptığı konuşmalarda bile, Amerikan Kızılderililerinin imhasının ve topraklarının istimlakinin kaçınılmaz olduğu kadar yararlı olduğunu da beyan ettiğine rastlamak şaşırtıcı olmamalıdır.7

    Bir başka tanınmış Amerikalı siyaset ve fikir adamı Albert J.Beveridge, 20. yüzyılın başında, hem seleflerinin anlayışını zamanına taşıyan hem de tam bir yüzyıl sonra imparatorluk ideolojisini şekillendiren haleflerinden hiçbir farkı olmayan fikirler ve hedefler ortaya koymuştur. Beveridge’nin, 1908 yılında yayımlanan eserindeki görüşleri ile bugünkü resmî Amerikan küresel güvenlik ve imparatorluk stratejisi arasındaki benzerlik, gerçekten çok dikkat çekicidir:

    “Tanrı Tötonik halkları, bu dünyanın ‘kaos egemen’ bölgelerinde sistem kuracak olan efendi örgütleyiciler olarak yaratmıştı. Onlara tüm yeryüzü topraklarında gericilik güçlerini yenecek gelişme ruhu vermişti…Ve tüm töton ırkları içinde Amerikan halkını, dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere seçilmiş ulus olarak göstermişti. Amerika’nın yüce görevi buydu. Tanrı Amerikan halkını, dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, hakça bir barışın koruyucuları olarak atamıştı. Tanrı Efendi’nin kutsanmış ulus Amerika için verdiği yargı, ben seni pek çok şeyin üzerinde yönetici yapacağım olmuştur…” 8

    Beveridge’den tam bir yüzyıl sonra, bu kez Bush ve yönetimi, yine “Tanrı’nın seçtiği ulus” olan Amerika’ya önderlik etmekte ve yine ilkelerini belirledikleri küresel düzene uymayan “barbarlar”a haddini bildirmekle meşgûl olmaktadır. Emperyal siyasetlerini de, kurucu ataları Jefferson’ın “özgürlük için imparatorluk” sözünü9 resmî slogan yaparak icra etmektedirler. SSCB’nin yıkılmasından sonra tamamen rakipsiz kalan devasa Amerikan savaş ve propaganda aygıtı, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın dört bir tarafında “küresel düzenin en üst sorumlusu ve yetkilisi” olarak görevinin başındadır. Kısacası, Amerikan emperyal(ist) geleneğinin, halkalarında herhangi bir eksilme olmadan sürekliliğini koruduğu; bunun da Batı medeniyetinde iyice yer etmiş Hıristiyanlaştırma ve uygarlaştırma misyonu zemininde kendine sürekli yeniden üretmesi ile mümkün olduğu görülmektedir.

    Amerikan Emperyal Stratejisi ve Düşüncesinin Yeniden İnşası: 2000’li Yılların Habercisi Olarak 1990’lı Yıllar

    Amerikan emperyal siyasetinin, soğuk savaş döneminde iki kutuplu dünyanın sınırlılıkları içinde şekillenmesi, aynı zamanda yoğun bir ideolojik ve bilimsel rekabet çerçevesinde yön alması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, enerji ve ilgisinin büyük bir bölümünü, Batı dünyasını bir arada tutmaya ve Üçüncü dünyanın Sovyet blokuna katılımını engellemeye ayırmıştır. Komünizm ile mücadele fikri ve siyaseti, zaten Amerikan halkı nezdinde de ideolojik açıdan yeterli motivasyon kaynağı oluşturacak bir mahiyete sahiptir. Soğuk savaş sonrası dönem ise, bir taraftan Batı’nın üstünlüğünü resmen ve fiilen kabul ettirmesi anlamına gelirken; diğer taraftan jeopolitik ve jeoekonomik bir boşluk doğurmuştur. Böyle bir boşluğun önemi, şüphesiz emperyal stratejilerin yeni baştan değerlendirilmesine ve yeni hamlelere duyulan ihtiyaca dikkat çekmesi bakımından çok büyüktür.

    Gerçekten de, 1990’lı yılların başında Soğuk Savaşın sonucunu tescil eden rejim değişikliklerinin birbirini izlemesi, “yeni dünya”nın kuruluş şenlikleri olarak karşılanıp kutsanmış; fakat dünyanın “aynı dünya” olduğunun algılanması için fazla bir zamanın geçmesine gerek kalmamıştır. Zira uluslararası arenada iki kutuplu denge ortadan kalktığı için, küresel düzenin nasıl bir şekil alacağı başta olmak üzere, dünya sorunları ve tarihi kaldığı yerden akmaya devam etmektedir. Bu da, 1990’ların başındaki algı kırılmasına dayalı iyimserlik havasının ömrünü oldukça kısaltmıştır.

    Zaten beyinlerini ve kalemlerini ülkelerinin emperyal atılımlarına ve başarısına vakfetmiş uzmanlar, bu dönemde hiç boş durmamışlardır. Temel hedef, her şart altında Birleşik Amerika merkezli bir dünya sistemi geliştirmek ve kalıcılaştırmaktır. Bu çerçevede, muhtemel engelleri ve rakipleri ortadan kaldırmak, böyle bir küresel hedefler ve görevler hiyerarşisinin ön sıralarında yer almaktadır. Ama ondan evvel reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı büyük ideolojik boşluğu doldurmak gerekmektedir. Öncelikle Amerikan halkında, ardından Batı dünyasında, daha sonra da bütün dünyada Amerika’nın “küresel üstünlüğü ve görevleri” konusunda herhangi bir tereddütün ya da arayışın taraftar bulmaması hayati öneme haizdir.

    Bu dönemde entelektüel kamuoyunu ve medyayı ziyadesiyle meşgûl eden, Huntington’un “Medeniyetler ve Dinler Arası Çatışma”, Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası”, Lewis’in “İslam’ın Krizi” gibi eserleri/tezleri, esas olarak Batı/ABD merkezli bir dünyanın gerekliliğine ve önemine dikkat çeken çalışmalardır.10 Çizilen dünya dengeleri ve dinamikleri portresi ile portre içinde Batı medeniyetinin, özellikle Amerika’nın konumlandırılışı, hem 1990’lı yılların “geçiş dönemi”ne, hem de yeni emperyal hamlelere zihnî alt yapı oluşturacak bir boyuta sahiptir. Bir başka bakımdan, bir “ideolojik ön alma”yı ifade etmektedirler. Stratejik devlet kurumlarında daha önce uzman ya da danışman olarak görev almış olmaları, bu yaklaşımlarına daha farklı bir boyut kazandırmaktadır.

    Üç ünlü akademisyen-ideoloğun çalışmalarıyla gelişimine ve yaygınlaşmasına katkı sağladıkları stratejik düşünceyi ve arkasındaki desteği önemsemek gerekir. Bu tür çabaları, Batı medeniyetini bekleyen yeni büyük tehditlere ve potansiyel rakiplere dikkat çeken, dolayısıyla Batı’nın (Amerika’nın) küresel egemenliğini sürdürmesinde zaafa yer olmadığının altını çizen akademik destek çalışmaları olarak değerlendirmek mümkündür. Daha da önemlisi, Batı dışı medeniyetlerin ve/veya dinlerin Batı’ya meydan okuma potansiyellerine dikkat çekilerek, komünizm sonrası sürece ilişkin küresel rakip/düşman stratejisi geliştirilmektedir.

    “Savaşta galip gelen taraf, ‘barış’ın şartlarını dayatmak ve kabul ettirmek ister” kuralı, tabiî olarak soğuk savaş sonrası dönem için de geçerlidir. Amerika önderliğindeki Batı’lı güçlerin (devletlerin) hem yeni küresel hiyerarşiyi hem de küresel kapitalizmin kurallarını (neoliberalizmin) tek taraflı olarak dayatmalarını biraz da bu gözlükle okumak gerekir. Zaten, ideolojiler ve bloklar arası savaşı kazanmanın galip tarafa sağladığı psikolojik avantajlar bu süreçte önemli rol oynamıştır. Gerek fikir gerekse siyaset dünyasının, 1990’ların başındaki dönüşümlerin büyüleyici etkisi altında kalmaması imkânsız gözükmektedir.

    1990’ların ilk yarısındaki “pozitif şoklar” atlatıldıktan ve “dünya gerçekleri”ne geri dönüldükten sonraki dönem, yani 1990’ların ikinci yarısı, Amerikan hükümranlığını pekiştirme süreciyle paralel giden küresel kapitalizmin kurallarını bütün yeryüzünde geçerli kılma politikalarına ev sahipliği yapmıştır. IMF ve DTÖ gibi uluslararası kurumların yanında, belirli sivil (stratejik) toplum örgütleri de seferber edilerek, küresel yeniden inşa sürecinde siyasî, sosyal ve ekonomik araçlar birbirlerini besleyecek biçimde kullanılmaktadır. 2000’li yılların başından itibaren derinleşen bu süreç, “şer eksenindeki ülkeler”in hizaya getirilmesi aşamasına kadar ilerlemiş bulunmaktadır.

    “Şer ekseni”ni oluşturan rejimler/fikirler, hem Batı’nın arzuladığı sorunsuz küresel siyasi düzen açısından bir engel oluşturmakta, hem de belirli doğal zenginlikleri denetledikleri için, ya küresel kapitalizmin dolaşım sistemi dışında kalmakta ya da sistem üzerinde virüs etkisi yapmaktadır. Bu sebeple, neoliberal kuralların belirleyici olduğu ABD’nin hakemliğindeki “mükemmel” (seçeneksiz ve muhalefetsiz) dünya sistemine uyum sağlayamayan, dolayısıyla bu “yüksek uygarlık düzeyi”ne yakışmayan “ilkel” (vahşi) unsurların “evcilleştirilmesi” yahut “ayıklanması”, emperyal egemenliğin sorunsuz tesisi bakımından öncelik arzetmektedir. Böyle bir emperyal zihniyet ve mekanizma, aslında ırkçı  bir dünya tasavvurunun izdüşümü olan “küresel seleksiyon” anlayışını ortaya koymaktadır.

    Diğer taraftan, bu dönemde yaşanan radikal alt üst oluşların yol açtığı zihni travmalar ile yeni iktidar ilişkilerinin (medya-sermaye ittifakının) sunduğu imkânların birleşmesiyle giderek güçlenen küresel entelektüel sınıf ve jargonun rolüne de değinmek gerekmektedir. Artık dünyanın hemen her ülkesinde az-çok mensupları olan bu sınıfın, Batı’nın hükümranlık siyaseti ve söylemi ile içli dışlı olması, yapısal niteliklerinin doğal sonucu olmaktadır. Küresel entelektüel sınıf, küresel girişimci sınıf ile ortak bir kültürü paylaşmakta, işlevsel olarak birbirini tamamlayan bir pozisyonu temsil etmektedir. Neoliberal küresel düzenin seçeneği olmayan nihai çözüm olarak pazarlanmasında, toplumların dünyayı “Batı merkezli” algılamaya zorlanmasında; kısacası, Batı(cılık) ideali’nin Batı dışı dünyada bütün boyutlarıyla “iktidar olmasında”, bu sınıflar stratejik bir rol oynamaktadır. Zaten bu sınıfların yeterince etkin olamadığı yahut gelişemediği ülkelerin, ya emperyal tahakküme direnen ya da “şer ekseni”ne dahil edilen ülkelerden oluşması, bunu kanıtlamaktadır.

    Amerikan gücünün temin ettiği uluslararası denge ve güvenliğin, yani küresel ekonomik ve siyasî statükonun bozulması ihtimalinin yarattığı tedirginlik, emperyal siyasete verilen ülke içi ya da dışı desteğin bir diğer sebebini oluşturabilmektedir. Uzun yıllar Singapur’da Başbakanlık görevini üstlenmiş olan Lee Kuan Yew, 1992 yılındaki bir röportajında, “Barış ve refah içinde bir Asya’nın, Amerika’nın önemli ekonomik ve güvenlik sistemi olmadan var olamayacağını” savunmuştur. Benzer şekilde, Jamaica’da başbakanlık yapmış olan eski sosyalist liderlerden Michael Manley, aynı tarihlerdeki bir beyanında, yeni dönemde “piyasa ekonomisini kucaklayışından ve ABD’ye hayranlığından” övünç duyarak söz etmektedir. (11)

    Eski Singapur ve Jamaica başbakanlarının 1990’lu yılların başlarındaki alt üst oluşun yansımaları olan yaklaşımlarına benzer pek çok örnek bulmak mümkündür. Amerika sınırları dışında yer etmiş olan “Amerika merkezli bakış açıları”, bölgesel tehdit değerlendirmelerinin bir tezahürü olsun veya olmasın, “ehveni şer” bir “küresel şerif” algılamasının izlerini de taşır ve daha çok soğuk dönemi iki kutuplu dünya düzeninden geriye kalan bir mirastır. Bu durum son tahlilde, ABD’nin sürekli geliştirmeye çalıştığı küresel bağımlılık ağının, daha özelde de patronaj sisteminin bir parçasıdır.

    Buraya kadar yapılan değerlendirme ve hatırlatmaların ardından, 2000’li yılların başlarında kendini askerî yüzü ile daha fazla gösteren “Amerikan emperyal müdahaleciliği”nin, diğer bir deyişle küresel faşizme meyleden imparatorluk icraatlarının 1990’lardaki fikir öncülerine ve strateji mimarlarına yakından bakmak, meselelerin bir başka boyutunu aydınlatmak bakımından önemlidir. Daha önce dikkat çektiğimiz Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası”nda, Amerika’nın 21.yüzyıldaki Avrasya egemenlik stratejisinin çerçevesini Ortaçağ terminolojisini kullanarak şöyle çizmektedir:

    “…Eski imparatorlukların daha kaba dönemini çağrıştıran bir terminolojiyle söylemek gerekirse, yayılmacı jeostratejilerin üç büyük önkoşulu, vasallar arasında çatışmayı önlemek ve güvenlik açısından bağımlılığı sürekli kılmak, tabileri uyumlu ve koruma altında tutmak ve barbarların bir araya gelmesini önlemektir.”(12)

    Bu üslûp ve bakış açısını, Amerikan hakim elitinin zihniyet yapısını ve dünya algılamalarını çok iyi özetleyen, yani emperyal hükümranlığa dair bilinçaltını dışa vuran tipik bir yaklaşım olarak değerlendirmek gerekir. Brzezinski, “Amerikan İmparatorluğu” terimini doğrudan kullanmak yerine; Amerikan küresel misyonunu, Orta Çağ’ın feodal iktidar ilişkilerinin dilini kullanarak tasvir etmeyi tercih etmektedir. Brzezinski gibi hem strateji ustası hem de siyaset bilimci sıfatlarına sahip birinin bu seçiminin bilinçli bir tercih olmaması imkânsızdır. Bu dikkat çekici misyon tanımında, yine “emperyalizm” kavramına yer verilmemekle birlikte, emperyalizmin içeriğiyle bir hayli uyumlu olan “yayılmacı jeostratejiler” gibi terimleri kullanmaktadır. Yaklaşımının ana teması ve mesajı ise, soğuk savaş döneminde “Batı dünyasının efendisi” olan Amerika’nın, yeni dönemde “Dünyanın efendisi(lideri)” olarak sunulmasıdır. Brzezinski, böylelikle, eserinin bu kilit paragrafında, dünyanın dört bir tarafında hakim ve daim olarak var olmayı, kaçınılmaz küresel strateji olarak takdim etmektedir. 11 Eylül öncesinde de emperyal(ist) söylemin varlığına bir başka önemli örnek, neomuhafazakâr akımın ideologlarından Robert Kagan’dır. Kagan, 1998 yılında yayımlanan bir makalesinde, “Amerikan İmparatorluğu”nu meşru göstermek için, Avrupa menşeli imparatorluk tecrübelerini eleştirmekte ve Amerika’nın dünyayı yönetme konusunda, daha “ehil” ve “müşfik” bir geleneği temsil ettiğini söylemektedir.(13)

    Adı geçen dönemin, baskın jeopolitik endişelerini ve de emellerini paylaşan diğer önemli çalışmalardan biri, belki de en ünlüsü , “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”dir. Bu sıfatı, daha sonraki dönemde Bush yönetiminin başvuru kitaplarından biri olmasından kaynaklanmaktadır. Büyük Satranç Tahtası ile yaşıt olmasının yanında; bir başka ortak yönlerini, Amerika’nın küresel gücünü ve hakimiyetini gelecekte de garanti altına alması için biran önce harekete geçilmesi gerektiğinin vurgulanması oluşturmaktadır.

    1997 yılının damgasını taşıyan bu proje, zamanın Clinton yönetimini yeterince aktif bir dış politika takip etmemekle (küresel imparatorluğu zaafa uğratmakla) eleştirmektedir. Nitekim raporun amacı, giriş bölümünde şu manidar soru sorularak anlatılmaktadır: “ABD yeni bir yüzyılı Amerikan ilkelerine ve çıkarlarına uygun şekillendirme kararlılığına sahip midir”. Temel Bulgular bölümü de şu “temel kabul” ile başlamaktadır: “Rapor, Amerika’nın, ABD Silahlı Kuvvetlerinin üstünlüğünü sürdürerek küresel liderlik konumunu koruma ve genişletmeye uğraşması gerektiği inancından hareket etmektedir. Bugün Birleşik Devletler, benzersiz bir stratejik fırsata sahiptir. Hiçbir büyük gücün yakın öncelikli meydan okuması ile karşı karşıya değildir…”(14)

    Sonuç olarak özetlemek gerekirse, 1990’ların dünyasına hakim olan stratejik tartışma ve önerilerin ortak paydasını, yeni dünya düzeni arayışları, özellikle de iki kutupluluğun yerinin nasıl doldurulacağı meselesi oluşturmaktadır. Amerikan iktidar seçkinleri ve stratejisyenleri ise, küresel düzen ile ABD’nin varlığı arasında kurdukları bağımlılık ilişkisi temeli üzerinde yükselen “dünya egemenliği ideolojisi”ni zenginleştirmekle meşgûldür. Sovyet Rusya’nın yarattığı ideolojik ve jeopolitik boşluğun biran önce doldurulması ve muhtemel meydan okumalara karşı önleyici politikaların süratle geliştirilmesi de, önerilerinin özünü meydana getirmektedir.

    Bununla birlikte, sadece dünya kamuoyu değil, Amerikan kamuoyunun önemli bir bölümü de, Birleşik Devletler’in, süper güç olarak tek başına buyruk hareket edip imparatorluğunu geliştirmesine sıcak bakma eğiliminde değildir. Daha çok, özgür ve refah içinde bir dünya ideali ve bunun için işbirliğini önemseyen demokratik bir dünya beklentisi ağır basmaktadır. Böyle bir küresel iklimde, Amerikan emperyal aygıtını daha fazla çalıştırmak, hele dünya üzerinde sürekli savaş bulutları dolaştırıp tehdit kılıçları sallamak ise; şüphesiz çok büyük hesaplar ve beceriler isteyen, aynı ölçüde riskler ve tehlikeler içeren, sistemli bir küresel çıkar ve tahakküm kavgasından başka bir şey değildir.

    11 Eylül Süreci ve Küresel Hükümranlık Stratejisinde Yeni Aşama

    ABD’de yeni yüzyıl ile birlikte art arda yaşanan gelişmeler, emperyal siyaset geleneğinde yeni bir aşamanın ve yöntem değişikliğinin açık habercileridir. Önce, emperyal hükümranlık politikalarında sertlik yanlısı olan ve Amerikan ordusunun bütün okyanuslar ve kıtalar üzerinde etkin denetimini sağlayacak bir atılım içine girmesini talep eden neomuhafazakâr ekip Bush’un başkanlığı ile birlikte yönetime taşınmış; ardından Amerikan tarihinin en sarsıcı eylemlerinden biri olarak kabul edilen 11 Eylül 2001 trajedisi yaşanmıştır. Bu iki gelişme, Amerikan imparatorluk siyasetinin değil, emperyal strateji ve ideolojinin yenilenip tahkim edilmesinin başlangıcıdır. Philip S. Golub, Le Monde Diplomatique’te yayımlanan bir makalesinde bu süreci şöyle özetlemektedir:

          “...Betimleyici yönünün çok ötesinde, Roma benzetmesinin çağrıştırdıkları ve önde gelen Amerikan dergilerinde ve basında ‘imparatorluk’ kelimesinin yaygın olarak kullanılması, yepyeni bir emperyal ideolojinin inşa edildiğini kanıtlamaktadır.”15

    11 Eylül büyüklüğünde eylem yapma kapasitesine sahip uluslararası terörizmle çok yönlü mücadele etme fikri ile önceden beri seslendirilen jeopolitik denetim örgüsünü genişletip sıkılaştırma politikaları, bu dönemde hem iyi bir bileşim oluşturmuş, hem de geniş bir karşılık bulmaya başlamıştır. Çünkü, 11 Eylül trajedisi ile; imparatorluğun silkinip kendine gelmesini hayatî önem atfeden yeni emperyalistlerin “Amerikan idealleri ve çıkarlarının risk altında bulunması” yahut “kabuğuna çekilme” yönündeki eleştirilerinin dikkate alınmasını kolaylaştıran yeni bir küresel tehdit iklimi yaratıldığı, bunun giderek bir “korku kültürü”ne dönüştürüldüğü gözlenmektedir.

    Gerçekten de, 11 Eylül süreci, gerek neomuhafazakâr yönetici seçkinler, gerekse onların geleneksel destekçisi petrol ve silah endüstrisinin temsilcileri bakımından bulunmaz bir fırsattır. Gücünü ve imkânlarını geliştirip yerli yerinde kullanamayan imparatorluk, artık varlığını ve tek başına buyrukluğunu daha iyi hissettirebilecektir. David Harvey, “Yeni Emperyalizm” isimli çalışmasında, 11 Eylül sürecinin etkisini, Pearl Harbor’un etkisine benzeterek, bu büyüklükte bir felâket olmadan halkın askerî harekâtı desteklemesinin çok zor olduğunu vurgulamaktadır.16

    Ama yine de Irak’a savaş açma ve Avrasya’yı doğrudan denetleme stratejisinin hayata geçirilmesi için, tek başına 11 Eylül süreci bile ikna edici bir gerekçe olamamıştır. Bu durumu, Amerikan ve dünya kamuoyunun, küresel güvenliği ve istikrarı sağlamak için “acil sorumluluk alma” üzerine inşa edilen resmî imparatorluk jargonunu, inandırıcı bulmadığı şeklinde yorumlamak mümkündür. 11 Eylül’e rağmen, Irak’ı işgal için birçok sahte senaryo üretilerek müdahele gerekçeleri yaratılmaya çalışılmasının bir anlamı budur.17

    “Terörizmle Savaş”ve “Önleyici Savaş” gibi, ABD başkanı Bush’un adını taşıyan doktrinlerle desteklenen ve ilk adımı Irak’ın işgali ile atılan, yeni emperyal yayılma ve hükümranlık siyasetinin uygulama sahası, şüphesiz Avrasya coğrafyasıdır. Amerikan emperyal aklı ve aygıtı, Avrasya’daki jeopolitik boşluğu doldurup tam denetimi sağlamadan hükümranlık ve üstünlük iddialarının içinin yeterince doldurulmuş olmayacağının farkındadır; zaten bu da epeydir dile getirilen bir husustur.

    Irak savaşıyla vermek istediği ilk mesaj, elbette resmî emperyal slogana dönüştürülen “özgürleştirme misyonu” kararlılığı değildir. Şer ekseninin önemli halkalarından biri olan Saddam rejimiyle savaş, Amerikan imparatorluğunun mevcudiyeti ve gücünün, “kendinden olanlara ve olmayanlara” gösterilmesidir. Sıcak savaş yöntemini göze alan imparatorluğun, “sivil darbeler” örgütleme stratejisiyle dolaylı siyasî müdahale gücünü de ortaya koyması, açıkca tanımlanmış ya da tanımlanmamış bütün rakiplerine (muhtemel düşmanlarına) verilen büyük gözdağı olarak önem kazanmaktadır.

    Bu iki yöntemin, imparatorun elinde tuttuğu “rejim tehdidi kılıcı”nın yeniden bileylenen iki ucunu oluşturduğuna şüphe bulunmamaktadır. Zaten, esas hedefi, Rusya, Çin ve İran gibi Avrasya’nın büyük ve farklı medeniyetlerinin mirasçısı olan ülkelerin oluşturduğuna dair göstergelere her geçen gün bir yenisinin eklenmesi; rejim tehdidi silahını, jeopolitik yayılma ve yalnızlaştırma politikası bakımından işlevsel kılmaktadır. Çünkü, adı geçen devletler, böyle bir gözle görülür tehdit karşısında, jeopolitik açılımlar yapmak yerine, “içe dönmeye” zorlanmış olmaktadır. Avrasya’da yegâne belirleyici güç olmayı ve bunu korumayı temel strateji kabul eden Amerikan emperyal(ist) aklı, ilk planda güçlü rakiplerini baskı altında tutmaya yoğunlaşmış gözükmektedir.

    Avrasya stratejisinde, uygulama zorluklarına rağmen, mesafe alındığı son birkaç yıldır yaşanan gelişmelerden anlaşılmaktadır. Avrasya’nın aynı zamanda ev sahipleri olan Rusya ve Çin gibi önemli aktörlerinin genel imajını, “kendi evlerine hapsedilmek” istenen yorgun ve kırgın devlere benzetmek mümkündür. Amerikan imparatorluğu, gerek askeri kuvvetlerinin konuşlandırılma biçimleri, gerekse yeniden şekillendirilen güdümlü rejimler aracılığı ile, artık Avrasyalı büyük güçlerin sınır komşusu durumundadır.

    Böylelikle, esas ilham kaynağı geleneksel imparatorluk algılamaları olan ve 1990’lı yıllarda fikri alt yapısı olgunlaştırılan Avrasya’ya hakim olma stratejisi uygulamaya konmuş olmaktadır. Bu stratejinin ne ölçüde başarıyla sürdürüleceğini ya da nasıl sonuçlanacağını bugünden kestirmek, doğal olarak imkânsızdır. Fakat, temelinde “Avrasya, Avrasyalılara bırakılmayacak kadar önemli bir coğrafyadır” algılaması yatan bir politikanın kolay kolay değişmeyeceğini söylemek mümkündür. Amerikan emperyal jargonunu kullanacak olursak, Avrasya’nın “özgür ve uygar olabilmesi” için, öncelikle imparatorluk hiyerarşisinin tanıması, ardından neoliberal değer ve kurumların benimsemesi gerekmektedir.

    Irak Savaşı ve Emperyal Özgürlük Jargonunun Akıbeti

    ABD’nin, 11 Eylül’de kendisini küresel arenada etkin ve ayrıcalıklı kılan iki gözde kurumuna yönelik saldırıyla derin yara alan emperyal gurur ve imajını düzeltmek için, bütün imkânlarını seferber ederek eteğindeki taşları dökmesi, beklenen bir gelişmedir. Bu süreçte, emperyal ideolojinin geleneksel ve modern bütün meşrulaştırma biçimlerine müracaat edildiği ve özellikle insanlığın ortak değerlerinin kullanıldığı gözlerden kaçmamaktadır. Bir yandan, daha çok Batı medeniyeti havzasına hitap eden ve Hıristiyanlık ile üstün medeniyet anlayışına dayanan geleneksel emperyal söylem dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, Batı medeniyetinin büyük bir tehdit altında olması ve Haçlı seferleri gibi temaların seçilmesi, doğrudan Batı toplumlarının kolektif bilinçaltını harekete geçirmeye yöneliktir.18 Diğer taraftan, emperyal itaatin rızaya ve sempatiye dayalı genel bir versiyonu geliştirilmeye çalışılmakta, bu da daha çok demokrasi ve özgürlük gibi değerler üzerine inşa edilmiş bir siyasî söylemle ön plana çıkmaktadır.

    Amerikan değer ve idealleri ile bütün insanlığın “uygar” geleceğinin aynı ortak kaderi paylaşıyor olması ise, esas stratejik temayı oluşturmaktadır. 11 Eylül saldırısı ile ardındaki şer ekseni tehdidinin, hem bütün insanlığa hem de Batı medeniyetine yönelmiş bir büyük tehlike olarak tanımlanıp takdim edilmesi, böylece kolaylaşmakta ve anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla, Amerikan devleti, Batı dünyasının yanı sıra, dünyanın diğer bölgeleri ve toplumları adına da hareket etme politikasına zemin hazırlamış olmaktadır. Bu yaklaşım biçimi, sadece güçlü bir emperyal geleneğin varlığına değil, küresel totaliterizme kapı açan bir zihnî donanıma da işaret etmesi bakımından önemlidir.

    Amerika’nın küresel konumunu ve misyonunu haklılaştırma jargonunun tarihsel kökenleri ile güncel gelişmelere ve sorunlara yaklaşım biçimi arasında kuvvetli bir bağın varlığı, bizatihi emperyal geleneğin gücünün bir göstergesidir. Özgürlük ve demokrasi söylemi ise, bu bağın en gözde ürünlerinden biri, belki de en fazla tüketilenidir. Çünkü, Amerikan emperyal ideolojisinin böylesine kıymetli kısmını oluşturan demokrasi ve özgürlük jargonu, hedef tahtasında yer alan otoriter ülkeleri diz çöktürüp imparatorluğun hakimiyet alanına dahil etme politikalarında çok iş görmektedir.19 Daha genelde ise, bütün devletlerin, hatta insanlığın, Amerikan değer ve idealleri üzerinde inşa edilen küresel (emperyal) düzen ile Doğu’nun despotik yapıları arasında tercihe zorlanması söz konusudur. Ancak, ABD’nin emperyal siyaset tecrübesine yakından bakıldığında, demokrasi ve özgürlük silahını demokratik ülkelere de yöneltebildiği görülmektedir. Makalenin amacı, bu konudaki kabarık sicile ışık tutmak olmadığı için; hedef ülkelerin (Venezuela gibi) demokratik siyasî süreçlerinin zaaflarından yararlanarak yönlendirilmeleri, tartışma alanımızın dışında kalmaktadır.

    Amerikan devlet başkanı Bush’un Irak Savaşı’nı başlatan konuşmasında altını çizdiği mesajlar ve vaatler, demokratik sorgulama yöntemi bakımından önemli bir mukayese imkânı sağlamaktadır. Bu konuşmada ve daha sonra yapılan aynı maksada dönük diğer konuşmalarda, Batı emperyalizminin klasik iddialarına yer verilmesi ve kullanılan üslûp, hem emperyal ideoloji ve siyasetteki 11 Eylül sonrasının izlerini belirginleştirmekte, hem de özgürlük söyleminin emperyal tüketimine yeni ve önemli bir örnek oluşturmaktadır. Tanıdık genel argümanlar yanında; Irak’ta işkenceye son verme ve özgürlük rejimi kurma gibi vaatlerde bulunulmaktadır. Savaşı resmen başlatan konuşmada, Irak rejimi aleyhindeki (çoğunun gerçek olmadığı daha sonra ortaya çıkan) iddialar da abartılarak dile getirilmiştir:

    “Bizim ve diğer hükûmetler tarafından toplanan istihbarî bilgiler, Irak rejiminin şu ana kadar tasarlanan en öldürücü silahların bazılarına sahip olmaya ve onları gizlemeye devam ettiğine dair hiçbir şüphe bırakmıyor…”

    Bush, Irak halkına ise doğrudan şöyle hitap etmiştir: “Özgür Irak’ta komşularınıza karşı saldırgan savaşlar olmayacak, zehir fabrikaları olmayacak, muhalifler idam edilmeyecek, işkence ve tecavüz odaları olmayacak…”20

    Bush’un, ne Irak Savaşı’nı meşrulaştırmak, ne de Saddam yönetimine destek vermemesi için Irak halkını yönlendirmek amacıyla sarfettiği sözler gerçeği yansıtmaktadır. Irak rejimine yönelik temel suçlamaların hiçbirinin gerçekçi olmadığı, daha sonra yayımlanan BM raporlarınca da teyit edilmiştir. Dolayısıyla, Bush ve yönetiminin, hukuk dışı ve adaletsiz savaş kararı ve süreci ile Amerikan halkını ve dünya kamuoyunu aldatması, küresel suç dosyalarının önemini artırmaktadır. Bu durum, bir yandan da emperyal demokrasi ve özgürlük jargonunun operasyonel bir söylem olduğunu; anti demokratikliğinin, kendi halkı karşısında kanıtlandığını ortaya koymaktadır.

    Irak Savaşı sürecinde işlenen en trajik suç ise, şüphesiz onbinlerce sivil insanın ölümüne sebebiyet verilmiş olmasıdır. Dillerinden “özgürlük ayetleri”ni eksik etmeyen Amerikan ve İngiliz yönetimlerinin bu sorun karşısında ciddi hiçbir açıklama bile yapmamaları, hatta üstüne alınmamaları suçu daha fazla ağırlaştıran bir sebep olmaktadır. Benzer biçimde, savaş konuşmasında “işkence ve tecavüz odaları” olmayacak sözü veren işgalci güçlerin, “işkence hapishaneleri” oluşturması da, emperyal siyasetin gerçeklerinden birini daha gözler önüne sermektedir. Küresel suç dosyasını kabartan diğer ciddi suçlar arasında; “tarih ve kültür hazinelerinin yağmalanması”, “BM tarafından yasaklanmış silahların kullanılması”, “operasyonlar sırasında kutsal mabedlere yönelik saldırılar yapılması” gibi barbarca eylemleri saymak mümkündür. Irak Öğretim Görevlileri Birliği Başkanı İsam El Rawi, yaptığı bir değerlendirmede bu çerçevedeki tespitlerini şu şekilde özetlemektedir:

    “Öğretim üyeleri olarak Amerikalılara, yaptıklarıyla halklarımızın arasına düşmanlık tohumları ektiklerini söyledik. Buna rağmen okulları işgal etmeye devam ettiler. Pek çok fakülteyi askerî kamp hâline çevirdiler. Yüzden fazla mescit ve camiyi yok ettiler…” 21

    Bush, Irak Savaşı’nın ikinci yıldönümünde yaptığı genel değerlendirmede, yine “özgürlük vaazları” vermekte; ama bu kez Irak halkına vaatte bulunmak yerine, Amerikan halkına yönelmeyi tercih etmektedir. Hukuksuz ve adaletsiz işgali savunarak “özgürlük tarihinin dönüm noktalarından biri” olarak tanımlamaktadır. Aynı konuşmada, ABD ile dünya (emperyal çıkarlar) arasında yine bağ kurarak emperyal ideolojinin ayırt edici vasıflarından birini seslendirmiş, bunu da yine özgürlük kavramı üzerinden yapmıştır: “Bizim topraklarımızda özgürlüğün sürmesi diğer ülkelerdeki özgürlüklere bağlıdır.” 22 Bush’un bu konuşması, “özgürlük ateşi yakmak” gibi parlak sözleriyle, “İncilvari” üslûbuyla, klasik çağrışımları güçlü bir propaganda metni olarak dikkat çekmektedir.

    Emperyal ideolojiyi; insanlığı ve dünyayı Amerikan/Batı medeniyeti merkezli olarak kurgulayan, bu zemin üzerinde de küresel hiyerarşiyi tarif eden, dolayısıyla emperyal egemenlik politikalarını meşrulaştırıcı bir içeriği bulunan siyasî söylem olarak düşünmek mümkündür. Bu tanım, eksik olsa bile, küresel iddia ve hedefleri olan bir düşünce örgüsüne işaret etmesi bakımından önemlidir. Temel (tarihî) referanslarını ise, ABD’nin kuruluş sürecinden bugüne kadar uzanan çizgide bir kırılmaya uğramadan taşınan “üstün uygarlık ve din anlayışı” ile bu anlayıştan güç ve ilham alan “Batı dışı dünyayı uygarlaştırma misyonu”na dayalı “emperyal varoluş felsefesi” oluşturmaktadır. Bu felsefe ile yoğrulan Amerikan “stratejik aklı”nın gayri resmî millî sloganı da, “özgürlük için imparatorluk” olmaktadır.

    İmparatorluk ideolojisinin genel karakteristiğine bu şekilde temas ettikten sonra, işlevselliği ve tutarlılığı bakımından değerlendirmek; özellikle de özgürlük ve demokraside adeta küresel tekel oluşturan sahiplenme saplantısına temas etmek gerekmektedir. Bu bağlamda, emperyal ideolojinin iki farklı yüzünden söz etmek yanlış olmayacaktır. Bir boyutunda, Amerikan değerlerinin gereği olarak ön plana çıkartılan demokrasi ve özgürlük dozu yüksek görece “sevimli yüzü”; diğerinde ise, uygarlık götürmek, barbarları imha etmek, küresel istikrarı temin etmek gibi, aslî emperyal misyonun tebliğ edildiği “gerçek yüzü” yer almaktadır. Emperyal ideolojinin iki boyutluluğu (yüzlülüğü) temelindeki bu değerlendirmeyi, şöyle formüle etmek, belki daha yararlı olabilir: “Nasıl bir özgürlük” ve “Ne için özgürlük”

    “Nasıl bir özgürlük” sorusunun cevabı, aslında en baştan bellidir ve bu cevap ister istemez “neoliberal paradigmanın bahşettiği ölçüde” cümlesiyle başlamak durumundadır. Bu hâkim ve popüler “özgürlük” anlayışı, esas olarak kapitalist küreselleşmeye zorunlu katılma dışında herhangi bir makro politika seçeneği öngörmemektedir. Dolayısıyla, ontolojik açıdan sorunlu ve seçici, bir “özgürlük” anlayışını yansıtmaktadır. Bilhassa, sermaye ve piyasa köktenciliği prangalarıyla özgürleşmeye ihtiyacı olan bir “özgürlük perspektifi”ni yansıtmaktadır.

    Emperyal siyasetin bu kavramı kullanma üslûbu ve tarzı ise, felsefî içeriğinden çok daha tartışmalı ve sorunludur. Amerikan yönetimine, “özgürlük idealini” bir ABD ürünü gibi metalaştırıp uygun pazarlara zorla satmak kabilinden bir yaklaşım”23 egemendir. Üstünlüğü ve evrenselliği kendinden menkûl bir değerler ve idealler sistemine hizmet eden emperyal politikaların meşruluğunu tartışmak da imkânsızdır. İşte, “Ne için özgürlük” sorusunun önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Amerikalı yöneticiler ve emperyal ideologlar, tıpkı modern bir totaliter imparatorluğun sözcüleri “gibi”, sürekli kendi politikalarının onayını talep etmekte, bütün toplumların/devletlerin ABD’ninkine benzer duyarlılıklar içinde olmasını beklemektedir. Bu tür bir küresel düzen ve hiyerarşi metafiziğinin, özgürlük ve demokrasi ideali ve değerleriyle bir arada yaşayamayacağı açıktır. Nitekim, bugün dünyaya hâkim olan neoliberal ekonomipolitik, bu “biraradalık sorunu”nun bariz göstergelerinden biridir. Küreselleşme sürecine eklemlenmiş ülkelerde, “demokrasi”nin, giderek neoliberal politikaları en iyi uygulama yarışına indirgendiğini unutmamak gerekir.

    Ancak, bu durumun tam tersini düşünen, emperyal özgürlük jargonu ve siyasetinin “evrensel mucize”yi yarattığına ya da yaratacağına inanan entelektüel ve siyasetçi, hem sayısı hem de etkinliği fazladır. Bununla birlikte, emperyal ideolojik sentezin iyi bir sentetik ürün olduğuna dair deliller, “neoliberal paradigmanın izin verdiği kadar çoğulculuk” ile sınırlı değildir. Emperyal özgürlük ve demokrasi jargonunun ne için ve kimin için olduğunu, zaten jargon sahipleri tarafından geliştirilen emperyal içtihat ve pratik bizzat anlatmaktadır.

    Özellikle Irak Savaşı’nın başlangıç aşamasında Türkiye’nin de, tıpkı Kuveyt gibi, doğrudan askerî üs olarak kullanılmasına imkân sağlayacak Hükümet Tezkeresinin, TBMM’nde reddedilmesi üzerine yaşanan gelişmeler, emperyal siyasetin “gerçek yüzü”nün aynası olmuştur. Bu karar karşısında, Amerikan yönetiminin hem intikam imâlarıyla dolu, hem de antidemokratik tepkiler verdiği, somut bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Amerikan yönetiminin bu tutumunu hâlâ koruyor olmasının da, ancak emperyal gurur ve hiyerarşik dünya algılamasıyla izah edilebileceğine şüphe bulunmamaktadır. 

    Emperyal özgürlük testi açısından ikinci önemli konuyu, Irak seçimleri oluşturmaktadır. Irak savaşı ve işgal süreci, hem Irak’ın toplumsal ve ekonomik olarak dönüştürülmesini hem de Avrasya stratejisinde köprü başı olmasını öngören bir stratejinin sonucudur. 2005 yılı başında yapılan “parlamento seçimleri”ni bu süreçten ayrı tahayyül etmek ve değerlendirmek imkânsızdır. Irak’taki işgal kuvvetlerinin “atanmış yönetimi” ile daha sonraki “seçilmiş yönetim” arasında, gerek temsil kabiliyeti gerekse zihniyet açısından esaslı bir fark gözlenmemektedir. Buna rağmen, Bush’un “ateşli özgürlük” konuşmaları yapması, konunun imparatorluğun selâmetine endeksli olduğunu gösteren bir başka delil olmaktadır.

    Bush ve yönetiminin iddialarının tam tersine; Irak’ın özgürlük tarihinde bir dönüm noktası olabilmesi için; Irak yönetiminin, işgal kuvvetlerine rağmen onları yargılama ve çekilme takvimlerini belirleyip icra etme iradesini ortaya koyması gerektiği açıktır.

    Sonuç Yerine: İmparatorluk ve İnsanlığın Geleceği

    Irak Savaşı ve politikasının muhtemel küresel sorumluluklara ve zorbalıklara kapı açan bir “eşiğe” dönüş(türül)müş olması, insanlığın ortak geleceği bakımından şüphesiz çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Özellikle uluslararası hukuk ve meşruluk gibi, hakkaniyetli bir küresel düzenin kurucu ilkelerini, bazen açıkça yok sayan, bazen de çıkarlarına uyumlu yorumunu dayatan bir dış politika yaklaşımının, doğal hâle geldiği gözlenmektedir. Böyle bir süreç, emperyal(ist) algılama ve reflekslerdeki gelişmeyi işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Bu açıdan bir laboratuvar işlevi gören Irak Savaşı ve politikası, emperyal sorumsuzluk ve saldırganlık siyasetinin devam edeceğini ortaya koymaktadır. 

    Savaşın (ve etrafında dönen tartışmaların) yol açtığı ikinci büyük tahribatın, “aydın ahlâkı cephesi”nde meydana geldiğine kuşku yoktur. Tahribatın boyutları, entelektüel dürüstlük ve sorumluluk gerektiren duyarlılıkların, yerini “savaş pazarlamacılığı”na bırakacak kadar değersiz hâle ge(tiri)lmesinden anlaşılmaktadır.24 Küreselleşme sürecinin derinleşmesiyle birlikte yaşanan “paradigma değişimi”, tıpkı millî kimlik ve saygınlık gibi, küreselleşme ve imparatorluk karşısındaki entelektüel muhalefeti de “zamana ve zihinlere yabancılaştırma”ya çalışmaktadır. Buna karşılık, hukuksuz bir savaşı meşru, hatta gerekli gösterebilmek için argümanlar üreten; aynı zamanda emperyal ideoloji ve stratejiye duyarlı bir “entelektüel zihniyet” gelişebilmektedir.

    Savaş sürecinin görünürlük kazandırdığı bu ahlâkî alt üst oluş, orta vadede birbirleriyle çatışma hâlinde olan iki temel dinamiğin belirleyiciliğinde yeni bir boyut kazanacaktır. Bir yanda süper gücün tek başına buyrukluğuna, diğer yanda küresel ilişkileri modern kulluk sistemine dönüştürme potansiyeli olan bu güç karşısındaki milletler/devletler arası muhalefetin niteliğine bağlı olarak; yeni(den) emperyalizm süreci, ya daha çok derinleşecek ya da gerileyecektir. 

    Ancak, Amerikan emperyal sisteminin kalıcı olması, modern ve geleneksel bütün imparatorluk tecrübelerinden yararlanıldığı izlenimi veren strateji ve tekniklerine rağmen, mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, emperyal boyuttaki politika ve araçlar, doğası gereği imparatorluğun sonunu hazırlayacak zaafları ve zayıflıkları da üretmektedir. 2000’li yılların başlarında “hegemonya kostümü”nü çıkartıp “şövalye zırhı”nı giyen Amerikan emperyal siyaseti, denetimleri giderek zorlaşan müdahale araçları ve genişleyen jeopolitik egemenlik sahaları ile birlikte çatışma ve ayrışma potansiyellerini de genişletmekte; bunlar da stres biriktiren fay hatlarına dönüşmektedir. Kısacası, Amerikan imparatorluğunun 2000’li yılların başındaki yarı masalsı imajı; bir elinde “savaş baltası”, diğer elinde “uygarlaştırma aşısı” bulunan, dilinden ise “özgürlük ve demokrasi marşı” hiç düşmeyen dev bir biyonik yaratıktan farksızdır. 

    Bu bağlamda, demokrasi ve özgürlük idealinin/değerlerinin, emperyal siyasetin manipülasyon çarkı içinde düştüğü duruma da mutlaka işaret etmek gerekir. Emperyal ideolojideki (veya söylemdeki) merkezî konumlarının tam tersine; gerçek değerleri, imparatorluğun çıkarlarına hizmetle doğru orantılı olmaktadır. Özgürlük ve demokrasi jargonu bağlamında bir başka problem noktası, hiç şüphesiz emperyal ideolojinin küresel kapsayıcılık ve üstünlük imâları ve/veya iddialarıyla ilgilidir. Kolektif hafızalarında da yer etmiş olan “üstün ve ayrıcalıklı uygarlık perspektifi,” kaçınılmaz olarak başka (öteki) medeniyetlere/kültürlere nüfûz etme ve hükmetme hakkını da beraberinde getirmektedir. İşte, 11 Eylül sürecinde gündeme gelen ve Irak’ın işgaliyle birlikte bütün Müslüman ülkeleri kapsayacak şekilde tasarlanıp hayata geçirilmeye çalışılan “Büyük Ortadoğu Projesi”, hem böyle bir emperyal(ist) algılamanın, hem de stratejinin tipik bir örneğidir.
        
    Farklı ve zengin inanç, kültür ve tecrübe süreçlerinden geçerek gelen insanlık âlemini, bir yandan özgürlük ve demokrasi değerleriyle buluşturmaya çağırırken; diğer yandan Amerikan idealleri ve çıkarları etrafında yekvücut olmaya zorlamak, uluslararası kurumları da bu amaca hizmet edecek şekilde dizayn etmek için politikalar uygulamak, en başta insanî ve ahlâkî açılardan telif edilemez bir evrensel çelişkiyi ifade eder. Zaten, ideal dünyayı, “ABD kopyası” küçük devletlerden müteşekkil “neoliberal küre” olarak tahayyül eden bir emperyal(ist) zihniyetin, kimliğini ve hedeflerini gizleme ihtiyacı bile hissetmemesi, sadece tehlikeli eğilimin güçlenmesine değil, çelişkiye de dikkat çeker. Aynı zamanda “küresel totaliterizm” ihtimalini de içeren böylesine büyük bir “emperyal mühendislik projesi”nin, insanlığın geleceği adına ürkütücü ve düşündürücü olduğu açıktır.

    Fakat, çağın sosyolojik ve teknolojik gerçeklikleri, sofistike bir emperyal egemenlik sürecini kolaylaştıran özelliklerinin yanında, emperyal politikalara ve egemenliğe muhalefeti besleyecek dinamikleri de içermektedir. İmparatorluğun kendi iç çelişkilerini, yani kendi “Frankeştayn”ını yaratma potansiyelini de düşündüğümüzde, insanlık karşısında kazanması anlamına gelecek herhangi bir “gerçek seçenek”ten söz etmek imkânsızdır. Çünkü, emperyal siyasetin nihaî hedefine ulaşması, insanlığı var eden zenginliklerin yok edilmesiyle aynı anlama gelecektir. Bu durumda esas sorun, bu gerçek iyice anlaşılıncaya kadar, insanlığın, emperyalistler ile despotlar arasındaki iktidar ve çıkar savaşlarında acı çekmeye devam edecek olmasıdır.



    Dipnotlar:

    1)M. Hardt ve A. Negri; İmparatorluk, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2001. Hardt ve Negri’nin, küreselleşme, emperyalizm ve imparatorluk ilişkilerine dair tezlerine Marksist soldan yöneltilen ciddi eleştiriler için bakınız: John Bellamy Foster; “Emperyalizm ve İmparatorluk”, Cosmopolitik, 2003, Sayı 5, s.26-32 ; Arif Dirlik; “İmparatorluk ”,Conatus, 2004, Sayı 2,s.93-99.
    2) Hannah Arendt; Totalitarizmin Kaynakları: Emperyalizm, Çev. B.S. Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.11.
    3) Moses I. Finley; Antik ve Modern Demokrasi, Çev. D. Türker, Ankara, 2003, s.71-72.
    4) David E. Stannard; Amerika’nın Soykırım Tarihi, Çev. Ş. Bıyılık, Gelenek Yay., İstanbul, 2004, s.305.
    5) Stannard, a.g.e., s.192.
    6) Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev. M. Cedden, İmge Kitabevi, Ankara, 2002, s.50.
    7) Stannard, a.g.e., s.373.
    8) Edward McNall Burns; Çağdaş siyasal Düşünceler (1850-1950), Çev. A. Şenel, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984, s.467.
    9)Roxanne Dunbar-Ortiz; “Kovboylar ve Kızılderililer”, Cosmopolitik, Sonbahar 2003, Sayı 6, s.34.
    10) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyan Us Yay., İstanbul, 2002 (Orijinal baskı 1996); Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, İstanbul, 1998 (Orijinal baskı 1997); Bernard Lewis, İslâm’ın Krizi, Literatür Yay., İstanbul, 2003; Graham E. Fuller, Ian O. Lesser; Kuşatılanlar: İslâm ve Batı’nın Jeopolitiği, Sabah Kitapları, İstanbul, 1996.
    11) Nathan Gardels; Yüzyılın Sonu, Çev. B. Dişbudak, İş Bankası Yay., İstanbul, 1999, s.274,277-278.
    12) Brzezinski; a.g.e., s.39-40.
    13) Robert Kagan; “Alicenap İmparatorluk”, Foreign Policy, Yaz 1998, s.22-31
    14) Raporun tam metni için bakınız: Thomas Donnelly, Amerikan İmparatorluğunun Yeniden İnşası, Çivi yazıları, İstanbul, 2004. Orijinal metin için bakınız: www.newamericancentury.org
    15)Philip S. Golub; “İmparatorluk İdeolojisinin İnşası”, Le Monde Diplomatique, 15 Eylül-15 Ekim 2002, s.4.
    16) David Harvey; Yeni Emperyalizm, Çev. H. Güldü, İstanbul, 2004, s.160.
    17) Bush yönetimi Irak Savaşı’nı pazarlama çabaları ile aynı süreçte gündeme gelen yeni emperyal politikalar hakkında genel bilgi için bakınız: Hakan Tunç; Amerika’nın Irak Savaşı, Harman Yay., İstanbul, 2004, .182-193.
    18)Esat Öz; “Küresel İmparatorluk Stratejisinin Bir aracı Olarak Din ve ‘Ilımlı İslâm’ Projesi”, 2023 Dergisi, Eylül 2004, s.40-41.
    19) Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında ‘demokrasi ve özgürlük’ söyleminin kullanımı için bkz. Mehmet Akif Okur; “Ortadoğu`da Pasif Devrim: Büyük Ortadoğu İnsiyatifi”, 2023, 15 Mart 2004, 3, 35.
    20) Konuşmanın tam metni için bakınız: Radikal, 19 Mart 2003.
    21) Cumhuriyet, 22 Şubat 2005.
    22) Milliyet, 20 Mart 2005. Bush yeni başkan seçildikten sonra yaptığı “Birliğin Durumu” konuşmasında da aynı temaları işlemiştir.
    23) Turgut Tahranlı, “Hangi Özgürlük”, Radikal, 25 Ocak 2005
    24) Bu konuyu, Irak Savaşı için düğmeye basıldığı dönemde kaleme aldığım şu yazıda özellikle vurgulamıştım: Esat Öz, “Irak Savaşı, Dünya Düzeni ve Ahlâkî Çöküş”, 2023 Dergisi, Nisan 2003, s.14-17

    (İlk yayım tarihi,Siyaset ve Toplum, Bahar 2005)

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik