11 Eylül, İmparatorluk Stratejisi ve Din Enstrümanı
New York’taki ikiz kulelere yönelik dehşet verici, bir o kadar da düşündürücü 11 Eylül saldırısı, şüphesiz 21. yüzyılın küresel tarihine damgasını vuran en dramatik gelişmelerden biridir. İki kutuplu küresel dengenin çöküşünün yol açtığı yeni kaotik dünya ortamını tamamlayan ve tanımlayan bir boyuta sahiptir. Bu mânâda, Sosyalist Bloku alt eden Batı kapitalizminin/dünyasının, en azından bilinebildiği kadarıyla, hiç ummadığı bir anda yeni bir meydan okumayla karşı karşıya kalışını ifade etmektedir. Küresel kapitalizmin simgesi durumundaki görkemli ikiz kulelere yönelik saldırının, gerek failleri ve organizasyonuyla, gerekse dünya sistemine etkileri bakımından daha çok tartışma götüreceği anlaşılmaktadır.
11 Eylül’ün sıcaklığını koruduğu bir dönemde telâffuz edilen “11 Eylül ‘küresel 28 Şubat’ın milâdı olacak” şeklindeki tespit, o dönemdeki değerlendirmeler arasında en dikkat çekici olanlardan biridir. Bu yorumu çarpıcı yapan, aslında öngörü kapasitesinin yüksekliği değildir. Böyle bir benzetmeyle, belki de yeterince farkında olunmadan, Amerikan hâkim-yönetici elitinin küresel tahakküm, yani imparatorluk projesini canlandırması için elverişli bir zemin ve fırsat yaratmış olması imâ ediliyordu. Bunu tamamlayıcı bir başka sebep de, 11 Eylül sürecinin, Amerikan devletinin imparatorluk siyaseti bakımından şiddetle ihtiyaç duyduğu, “küresel öteki”nin “küresel düşman”a dönüşümünü sağlamış olmasıydı.
Yoksa, Amerikan müesses nizamının görece özerk idarî ve entelektüel eliti, küresel hâkimiyet stratejilerini 11 Eylül’den sonra icat etmiş değildir. 11 Eylül süreci, daha çok imparatorluk iştahını kabartan bir rol oynamış; stratejinin siyasete dönüşmesini mümkün kılmıştır. Küresel kapitalizmin kutsal mabetlerini hedef alan eylemin çapı ve faillerinin “radikal İslâmcı” bir kimlikle ilişkilendirilmesi, Ortaçağın karabasanı olan “Haçlı ruhu”nun çağrılması için yeterli olmuştur.
Bunun için, 11 Eylül trajedisinin hemen ardından “Haçlı Seferleri” sözünün Batılı devlet adamlarınca telâffuz edilmesi, bir tesadüf olarak geçiştirilemeyecek kadar önemli ve dikkat çekicidir. Zira, aynı süreçte dünya gündemini işgal etmeye başlayan“dinler ve medeniyetler arası savaş” ve “liberal emperyalizm” gibi Batı-merkezci küresel paradigmalar ile birbirlerini tamamlayarak bir bütün oluşturmaktadır. Bu yarı-resmî ideolojik iklim, Batı’nın tarihsel-dinsel önyargılarının şekillendirdiği kolektif bilinç altını harekete geçirerek imparatorluğun askerî işgale varan tasarruflarına meşruluk zemini hazırlamaktadır.
Özellikle “Geleneksel Soğuk Savaş Dönemi”nden sonra küresel kaos ve çatışma riskini Batı medeniyeti dairesi/Hıristiyan coğrafyası dışında tutma düşüncesi ile “Haçlı ruhunun diriltilmesi” arasındaki ilişkiyi göz ardı etmemek gerekir. Nitekim, Bush yönetiminin ve onun Avrupa’daki sadık müttefiklerinin “Haçlı seferi” söylemi, Amerikan devletinin küresel ölçekteki “olağanüstü rejim” uygulamalarına, yani imparatorluk siyasetine, önce ülke, daha sonra da Batı medeniyeti havzası içinde destek arama operasyonunu ifade etmiştir.
Şüphe yok ki, Amerikan egemen elitinin imparatorluk hudutlarını genişletme ve hükümranlığını pekiştirme stratejisinde, dinî enstrüman, Hıristiyanlığın emperyal amaçlar için kullanımı ile sınırlı değildir. İslâm dini ile Müslümanların da bu küresel projenin hayata geçirilmesinde değişik biçim ve dozlarda kullanılmak istendiği gözlenmektedir. İdeolojik ve ekonomik olarak denetlenip yönlendirilemeyen ülkelerde ise, devreye fiilî işgal siyaseti girmektedir.
Bu emperyal siyasetin ilk tezahürü, Afganistan olmakla birlikte, en bariz göstergesi Irak işgali ve hemen arkasından başlayan yarı sömürge idaresi inşâ sürecidir. Afganistan ile Irak arasında böyle bir ayrıma vurgu yapılmasının sebebi, iki ülkenin toplumsal yapısı ile jeopolitik konumlarında gizlidir. Afganistan’ın küresel popülaritesinin zayıf olması ve toplumsal yapısının elverişsizliği, Irak’ı yeni hükümranlık siyasetinin hedefi hâline getirmiş; buna karşılık Afganistan, uzun hedefli Asya stratejisinde “ileri karakol statüsü”nde kalmıştır.
Küresel İmparatorluğun Yayılma Siyaseti ve İslâm
Irak’ın tercihi, yalnızca gaddar Saddam rejiminin tıpkı Taliban rejimi gibi, Amerika’nın askerî işgali karşısında şekillenen uluslararası savaş karşıtı cepheyi zayıflatacak bir niteliğe sahip olmalarından kaynaklanmamıştır. Saddam rejiminin kendisine düşman yaratma becerisinin yüksek olması, otomatik olarak işgalin yerli işbirlikçilerinin de güçlü olması anlamına gelmiştir. Bu da, rejimin devrilmesi kadar, yarı sömürge yönetiminin oluşturulmasını kolaylaştırıcı bir unsur olarak da önem taşımaktadır.
Jeopolitik açıdan ise, Ortadoğu’nun kilit konuma sahip ülkelerinden biri olması, özellikle de yakın dönem hedefleri oluşturan İran, Suriye ve Kafkasya üçgeni ortasında yer alması, Irak’ı başlı başına küresel hegemonyanın gözdesi hâline getirmektedir. Dolayısıyla, Irak, hem ülke içi hem de bölgesel hâkimiyet açısından biçilmiş kaftan olmaktadır. Bu niteliklere mezhep ve etnik ayrışma ve kamplaşmanın yoğunluğu eklendiğinde de, işgalciler açısından bir yüzüyle kaosu, diğer yüzüyle de “zayıf halka”yı ifade etmektedir.
Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecine dikkatlice bakıldığında, bütün bu boyutların önemi ve Ortadoğu’ya dikte edilmeye çalışılan yol haritasındaki rolleri daha iyi görülmektedir. “Genişletilmiş/Büyük Ortadoğu Projesi” bu açıdan taktik bir adımdır. Diğer bir deyişle, küresel imparatorluğun bölgeye yönelik yeni hâkimiyet stratejisinin sadece ikinci aşaması ve görünürdeki kısmıdır. Bununla asıl olarak neyin kastedildiğini, küresel imparatorluk stratejisinin din siyasetine geri dönerek izah etmek, hem gerekli hem de yararlıdır.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, küresel imparatorluğun hükümranlığını daha elverişli zeminde sürdürebilmesi için, sadece Hıristiyanlığa değil, Müslümanlığa ve Müslümanlara da ihtiyacı vardır. Ancak bunun için, öncelikle küresel hegemonyaya karşı koyabilme bilincinin köreltilip, reflekslerin törpülenmesi lâzımdır. Bu çerçevede gündeme, ister istemez, Batı’yla olabildiğince uyumlu ve neoliberal küreselleşmeye eklemlenmeye hazır bir psikolojiye ve değerler sistemine dayalı “Ilımlı İslâm” yaklaşımı gelmektedir.
Böyle bir yaklaşımın Müslüman zihinlere ve yönetimlere hâkim kılınması, her şeyden evvel Amerika merkezli küresel kapitalizmin başarısı bakımından da hayatî önemi haizdir. ABD’nin 21. yüzyıla ilişkin stratejik hedefleri arasında, “Ilımlı İslâm”ı temsil eden ülke ve partilerin destekleneceğinin altı çizili olmasının esas sebebi bu olsa gerektir. Batı ülkelerindeki siyasî ve idarî elitin son yıllarda dikkat çekici boyutlara ulaşan Türkiye (yönetimi) ilgisi ve hayranlığının gözde sloganı durumundaki “sorun radikal İslâm ise, çözüm Ilımlı İslâm’dır” sözünün sırrı da herhalde burada gizlidir.
Batı’nın İslâm stratejisi, aslında dünü, bugünü ve yarını ile çok yönlü olarak araştırılmaya ve irdelenmeye muhtaçtır. Burada kastedilen, birbirinden kopuk ve belirli müşterek duyarlılıkları içermeyen akademik araştırmaların ötesinde, daha bilinçli ve sistematik çalışmaların yapılmasıdır. Sadece Ilımlı İslam stratejisinin hedefleri ve yöntemlerini daha iyi tahlil edebilmek için değil, küresel aktörlerin beynini tam olarak okuyabilmek ve yüzyıllık yol haritalarını tanımlayabilmek bakımından da bu tür çabalar ve çalışmalar elzemdir.
Ilımlı İslam Projesi Nedir, Ne Değildir
“Ilımlı İslâm” projesi bağlamında duyduğumuz sorgulama ihtiyacı, İslâmî referanslı terör eylemlerinin önüne geçilmesine yönelik samimi çabalarla ilişkili değildir. Doğrudan projenin asıl amacına, yani bir tür rafine emperyalizme dönüşmüş olan küresel imparatorluğun stratejik çıkarlarına ve jeopolitik hükümranlığına hizmet eden mahiyetine yöneliktir. Çünkü, son tahlilde küresel sermaye ile imparatorluğun çıkarları paralelinde işleyen küreselleşme sürecine sadık, en azından muhalif olmayan bir bireyciliği olumlayıp empoze eden “Ilımlı İslâm projesi”yle nereye varılacağı az çok bellidir. Bu tür proje ve söylemlerin değişik ülkelerdeki "Müslüman" destekçilerinin takındığı tutum, Batı’nın küresel tehdit ve çıkar algılamalarıyla ekonomik değer ve politika tercihlerine yönelik göz kamaştırıcı bir sadakati yansıtmaktadır. Küreselleşmeye uyum, reform ve değişim gibi sihirli ve popüler sözcükler de, genellikle bu sadakati normalleştirmek, hatta meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Milli ve ahlaki duyarlılıkları neoliberal mutasyona uğramamış zihinlerde giderek daha fazla hükümsüz hâle gelen bu sloganik sözcüklerin hegemonik ömrünü tamamlaması ise, şüphesiz ABD güdümündeki Batı'nın kültürel ve ekonomik hükümranlığının dengelenip denetlenmesi sürecinin derinleşmesine paralel olarak küresel adalet ve çoğulculuğun yerleşmesine bağlıdır.
Ilımlı İslâm stratejisi/söylemi, bu durumda, küreselleşmeye ve/veya Amerikan imparatorluğuna muhalif duruşları en başından köhne ve kaba bir tavır olarak mahkûm etmeye amade zihniyet ve siyaset yapılarını ön plâna çıkarmaktadır. Zaten İmparatorluğun temel politikası, sadece kendi varlığına yönelmiş uluslararası terörizmi bertaraf etmek değil, hükümranlığına engel oluşturduğuna inandığı ideolojik ve ekonomik farklılıkları/muhalefeti ortadan kaldırmaktır. Unutulmaması gerekir ki, burada tartışılan küresel tahakküm siyasetini, sadece 11 Eylül saldırısına indirgeyip meşru müdafaa olarak izah etmek, dünya tarihini hiç bilmemek ve küresel adaletsizlikleri ciddiye almamakla eş değerdir.
Son birkaç yıldır dünya gündeminde ön plana çıka(rtıla)n, daha önemlisi giderek küresel düzenin ve "uygar dünya"ya uyumun temel formülü olarak sunulmaya başlanan “Ilımlı İslâm” yaklaşımının/projesinin farklı açılardan ele alınması, görüldüğü gibi birçok bakımdan stratejik önem arz etmektedir. Böyle bir düşüncenin/yaklaşımın, hem kavramsal muhtevası, hem de reel-politik düzlemdeki konumlandırılışı bakımından ele alınmasında zaruret vardır.
Birinci bağlamda ele alındığında, yalnızca İslâmî pratikleri (toplumsallıkları) tanımlayıp kategorize etmeye yönelik bir boyutu değil, teolojik bir yorum çabasını içerdiği de açıktır. Bu da, ister istemez İslâm’ın gerçekte neyi temsil ve ifade etmesi gerektiğine dair belirleyici bir yorum ve ayrıştırmayı içerir. Dolayısıyla, Batı merkezli olarak gündemde olan bu konunun, gerek Batı’nın yüklemek istediği anlam ve rolden, gerekse uluslararası konjonktürden bağımsız bir şekilde düşünülmesi imkânsızdır.
“Ilımlı İslâm stratejisi” küresel siyaset düzleminde ele alındığında ise, kavramın/projenin güncel hükümranlık mücadelesindeki araçsallık boyutu ön plâna çıkmaktadır. Bu çerçevede, Batı’nın, özellikle de ABD’nin küresel imparatorluk siyasetinde dini kullanış biçimleri önem kazanmaktadır. Artık iyice gün ışığına çıktığı gibi, Amerika’da Hıristiyanlığın neo-muhafazakar yorumu, bir taraftan imparatorluk projesinin ilâhî meşruluk temellerini oluştururken, diğer taraftan toplumsal desteğin yönlendirilmesinin manevî itici gücü olarak kullanılmaktadır. İçe ve dışa dönük böyle bir “imparatorluk ideolojisi” inşasında, İslâmiyet’in evrensel düzeyde yayılma eğilimi ile radikal İslâmî yapıların meydan okumaları ise, küresel imparatorluğun tesisini hem gerekli hem de anlamlı kılan unsurları oluşturmaktadır.
Altını bir kez daha çizmek gerekir ki, “Ilımlı İslâm siyaseti", Batı'nın dünya ve toplum tasavvurlarına temelde aykırılık içermeyen din inşâ etme stratejisinin ve buna dair projeler geliştirmenin bir diğer adıdır. Bunun için de, Ilımlı İslâm tanımlaması, dolayısıyla kategorileştirme çabası, gerek kavramsal muhtevası, gerekse küresel reel politikadaki kullanımı bakımlarından ayrı ayrı önem taşımakta ve sonuçta Batı’nın küresel egemenlik stratejilerinin başarısı için dinlere müdahil olması gerçeğine işaret etmektedir. Çünkü, Amerikan devletinin klâsik hegemonya araçlarının yetersizliği, dinlerin/din adına hareket edenlerin kullanılması ya da karşı karşıya getirilmesi gibi çok tehlikeli bir silâha sarılmasına yol açmaktadır.
Ilımlı İslâm Projesinin Pilot Bölgeleri Olarak Türkiye ve Irak
Türkiye’deki AKP oluşumu ve iktidarının, böyle bir konjonktür ve projeyle, gerek örgütsel bileşim özellikleri, gerek dış dünyaya (Batı’ya) dayalı iktidar ilişkileri ve gerekse ideolojik arayışı bakımından ne kadar ve niçin benzeştiğini iyi tahlil etmek gerekir. Bunun için, öyle gizli kapaklı ilişkiler ağına nüfûz etmeye bile gerek yoktur; duyarlı ve gerçekçi bir bakış açısının kılavuzluğunda "ılımlı İslâmcı yapı ve söylemler"e desteklerini açıkça deklare eden Batılı çevrelerle ilişkileri mercek altına almak yeterlidir.
Böyle bir bakış açısı, aynı zamanda, ülke içindeki bazı temel hassasiyetlere, yani millî hayatiyete karşı anti statükoculuk olarak meşrulaştırılan sistematik bir mücadele yürütülmesinin anlaşılması bakımından da önemlidir. Yine, Batı hegemonyasını sembolize eden birçok ekonomik ve kültürel değeri, eleştirel bir süzgeçten geçirmeden, sadece “değişim” sözcüğüne her derde deva bir sihirli formül işlevi yükleyerek kolayca benimsemenin, yeni küresel egemenlik stratejileri bağlamında özel bir anlamı olduğunu düşünmek için pek çok sebep vardır. Çünkü, değişim ve reform sözcükleri 1990’lı yılların başından bu yana imparatorluğun tabiî sınırlarını ifade eden Batı medeniyeti coğrafyası dışındaki alanlarda da hızla yaygınlaşmıştır.
Bu süreç, imparatorluk elitleri açısından egemenlik kurmanın simgelerini ifade ederken, Batı dışı coğrafyalarda ise aşağılık komplekslerinden arınıp modern olabilmenin aracı olarak takdim edilmiştir. İmparatorluk merkezinden vaaz edilen bu söylemin, tıpkı küresel terörizme savaş açanların ya arkasında ya da karşısında yer almaya zorlanması gibi, toplumları ve düşünce hayatını kutuplaştırıcı ve kısırlaştırıcı bir etki yarattığı kuşkusuzdur.
AKP’li hükümet üyelerinin fırsat buldukça Ortadoğu’daki Müslüman ülke yöneticilerine “reform” çağrıları yaparak, bir tür “Ilımlı İslâm”a iltica etmeleri gerektiğini imâ etmesi üzerinde, bu bağlamda da durup düşünmek gerekir. Bu çağrıların, bir dost uyarısı, hatta “arabulucu”luktan ziyade, bir “aracılık misyonu” çerçevesinde ele alınmasını zarurî kılan deliller ağırlıktadır. Özellikle çağrıların muhtevası ve zamanlaması, bu açıdan temel göstergeleri oluşturmaktadır.
Bunların yanı sıra, bir süredir ciddi mesai harcanan “Dinler arası diyalog” girişimleri de, küresel imparatorluk ideolojisi ve hedefleri bağlamında giderek daha dikkat çekici bir konuma sahip olmaktadır. Bu girişimlerin Türkiye’deki ev sahipliğini epeydir üstlenen çevrelerin söylemlerindeki farklılaşma, son zamanlarda dikkat çekici bir hâl almış bulunmaktadır. Yayın organlarındaki yaklaşım biçimleri, özellikle birkaç yıldır küresel adaletsizliklerin giderilmesi ve millî hassasiyetlerin gözetilmesine dair bir duruş yerine; Batı’nın Doğu’ya ilişkin endişe ve eleştirilerine, dolayısıyla beklentilerine önem atfeden bir mahiyet kazanmaya başlamıştır.
Projenin ülkemizdeki temsilcilerinin esas niyeti, beşeriyete samimiyetle hizmet etmek olsa bile, “Dinler arası diyalog” girişimlerinin seyri, ister istemez bazı soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Zira, meseleye, dünya kamuoyunu da yönlendiren hâkim unsurların şekillendirdiği uluslararası zemin açısından yaklaşıldığında, diyalogun “zayıf” tarafını Müslümanların oluşturduğu görülmektedir. Dinler arası diyalog yolu ile, Müslümanlığın denetim altında tutulması ve bu başarıldığı ölçüde yönlendirilmesi konusu da, üzerinde düşünülmesi gereken bir başka problemli alanı ifade etmektedir.
Bütün bu göstergelerin ve soru işaretlerinin nihaî aşamada Ilımlı İslâm projesi ile irtibatlandırılması da, zorlama bir bakış açısının eseri olarak görülmemelidir. Büyük ve ilginç bir tesadüf anlamına gelecek aksi bir yaklaşım, Batı’nın emperyal geleneği ile rasyonel düşünme ve plânlama genetiğine aykırıdır. Ilımlı İslâm stratejisinin, geçmişteki yeşil kuşak projesinin güncellenmiş bir versiyonu olduğu yeterince açıktır. 20. yüzyılda komünizmin meydana okumasına karşı Batı’nın kalkanı olan Türkiye, 21. yüzyılda “radikal İslâm”a karşı tampon bölge olarak görülmektedir. ABD ile AB’nin, bu bağlamda Türkiye’ye jeopolitik bakış açılarındaki şaşırtıcı benzerliği başka türlü açıklamak imkânsızdır.
Ilımlı İslâm Projesinin Nihaî Amacı Ne Olabilir
Dün komünist dünyayı çevrelemek amacıyla çeşitli araç ve yöntemlerle desteklenen “radikal İslâmî hareketler”, bugün Batı’nın küresel düşmanı pozisyonunu temsil etmektedir. İşte ılımlı İslâm projesi, tam da bu noktada kritik önem kazanmaktadır. Radikal ve Batı karşıtı İslâmî hareketler ve rejimler, “Ilımlı İslâm” ile rakip, hatta düşman hâle getirilmek istenmektedir. Yakın geçmişte İstanbul’u kana bulayan terör eylemlerinin, özellikle hegemonya siyasetiyle içli dışlı Batı medyası ve düşünce kuruluşları tarafından “Ilımlı İslâm”a yönelik bir saldırı olarak tanımlanması, konunun bu çerçevede de ele alınmasının önemini ortaya koymaktadır.
Ancak, “İslâm”ın “İslâm”la denetlenip frenlenmesi, yani mücadele ettirilmesi politikasından zarar görenlerin Müslümanlar, kazançlı çıkanların ise Batılı küresel egemenler olacağı açıktır. Küresel imparatorluk projesinin akıl hocalarından Z. Brzezinski, Bernard Lewis ve S. Huntington’un bu gözlükle yeniden okunması yararlı olacaktır. Medeniyetler ile dinler arası çatışmanın mümkün olamayacağı görüşüne, farklı din ve medeniyetlerin karşı karşıya gelip savaşamayacağı gibi basit bir algılama ve tanımlamayla ulaşanların, küresel tahakküm biçimleri ile dinler arası ilişkilerin tarihi hakkındaki gözlemlerini zenginleştirmeye ihtiyaçları vardır.
Irak’ın bu yeni mücadele stratejisindeki öncelikli yeri, bir taraftan “İslâmî söylemi” bayrak yapan bir rejimin (diktatörün) yıkılması, diğer taraftan “Ilımlı İslâm”ın yeni modeli olabilecek bir ülkenin inşa girişimi (denemesi)dir.Türkiye ile birlikte bu ülkede de, Hristiyan örgütlerin misyonerlik faaliyetlerinin işgalle birlikte yoğunluk kazanması ise, ilk plânda İslâmiyet dışındaki bir dine (Batı değerlerine) toplumsal bir güç ve görünürlük kazandırmayı ifade etmektedir. Unutmamak gerekir ki, Irak’ta ya da Türkiye’de dinî azınlıkların toplumsal bir güce kavuş(turul)ması, İslâm’a “rakip” icat edilmesi yanında, yakın gelecekte jeo-politik denklemlere daha fazla dahil edilmelerini de beraberinde getirecektir.
İşgal sonrası politikalar başarılı olduğu ölçüde de, Ortadoğu’daki dengeleri etkileyebilecek -birleşik ya da dağınık- bir Irak’ın, İsrail’in yanında tabiî bir partnerden çok parya olarak yer alması gündeme gelecektir. Bunun yanı sıra, kapitalist küreselleşme şebekesine ekonomik kurum ve değerleriyle monte edilmiş bir Irak’ın yönetilip yönlendirilmesi otomatiğe bağlanmış olacaktır. Böylelikle, “Ilımlı Irak”, bir anlamda “Ortadoğu’nun ikinci Türkiye’si” olarak küresel imparatorluğun sistematik denetimine kolayca girecektir.Bu sürece, bilinçli-bilinçsiz yerli Oryantalistler tarafından “çağdaş ve uygar Batı dünyasının ayrılmaz parçası” sıfatının lâyık görülmesi, yukarıdaki tanımlamayı ve gerçeği tabiî ki değiştirmemektedir.
Son Söz
Sonuç olarak, küreselleşme-emperyalizm gibi, imparatorluk stratejisi-Ilımlı İslâm yaklaşımı arasındaki ilişkiler de her bakımdan yakın takibe ve tahlile muhtaçtır. Ilımlı İslâm projesinin “Batı’ya bağımlı İslâm projesi”nin kendisi olduğuna dair vakıalar, İslâmî ölçülerin yanı sıra, akademik ve millî duyarlılıklar açısından da üzerinde ısrarla durulmayı gerektiren stratejik bir meseleye işaret etmektedir. Bir başka temel endişe kaynağı da, Ilımlı İslâm projesinin daha büyük bir amaca ulaşmada bir basamak olarak tasarlanıp tasarlanmadığıdır.
Unutulmamalı ki küresel imparatorluk stratejilerinin kendini ideolojik-dinî meşrulaştırma biçimleri ile Papa’nın ünlü “Milenyum Konuşması”nda vazedilen Üçüncü Binyıl hedefleri (Asya’nın Hristiyanlaştırılması) arasındaki şaşırtıcı benzerlikler göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Afganistan ve Irak’la birlikte Türkiye’de de ekonomik ve dinî misyonerlik faaliyetlerinin ivme kazanmış olması, küresel entelektüel hegomanyaya direnebilen beyinleri ve vicdanları tedirgin edecek boyutlardadır. Benzer şekilde, küresel değişim töreniyle birlikte kendi geleneksel değerlerinin büyük bir çoğunluğundan kolayca boşanan siyasî kadroların, yeni (Batılı-kapitalist) değerlerle ve politikalarla kolayca evlenebilmesi de kritik bir soru işareti olarak ortada durmaktadır.
Eğer daha hâlâ bütün bu gelişmeleri ve soru işaretlerini bir problem olarak algılamayanlar var ise, onların kültür, inanç ve vatan gibi temel kıymetlerle ciddî problemleri de var demektir.Belli başlı dünya ve ülke meseleleri karşısında bile, sadece farklı bakış açılarından değil, artık “farklı diller”den de konuşanların anlaşabilmesi ise, tabiî ki çok zor ve zahmetlidir. Bu tür ülkelerin, sahici millî hedef ve ideallere sahip olmaları mümkün olmadığı gibi; küresel operasyonlara, dolayısıyla hükümranlığa açık olmaktan kurtulmaları da imkânsızdır.
(İlk yayım tarihi: Hisar Gazetesi, Aralık 2003; 2023 Dergisi, Eylül 2004)
|